Osmanlı İmparatorluğu’nun ünlü Maarif Nazırı Haşim Paşa, “Şu mektepler olmasa, Maarif ne güzel idare edilirdi” dermiş. ABD’nin Usame Bin Ladin’i bulma gerekçesiyle Afganistan’ı, Saddam’ı yakalayıp, kimyasal silahlarına el koyma bahanesiyle de Irak’ı işgal etmesi, Haşim Paşa gibi, işin kolayına kaçan çok sayıda “uzman”ımız olduğunu gösterdi.
Saddam’ın yakalanmasının doğuracağı sonuçlardan, Büyük Ortadoğu Projesi’ne, İstanbul’daki bombalı saldırılardan, Avrupa Birliği’ne, İspanya’daki seçim sonuçlarından, uluslararası teröre dek her şeyi bilen, her konuda ahkam kesen, bilmediği, görmediği, tanımadığı coğrafyalardaki gelişmeleri, ajanslardan gelen yalan, yanlı, yanlış, güvenilirliği ve doğruluğu tartışmalı haberlere dayanarak, üstelik anında yorumlayan ne kadar da çok yorumcumuz varmış. Gazeteci, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı, emekli diplomat, akademisyen, stratejist vb. “ağır” ve “ayrıcalıklı” ünvanlar kullanan bu kerameti kendinden menkul yorumcuların büyük bölümünün aslında, yeni, farklı, özgün, kayda değer, bilimsel, tutarlı şeyler söylemediklerini gördük. Söylediklerine aman zaman çok da güldük. Ama bu arada zaman da kaybettik.
ABD’nin Avrasya coğrafyasına kalıcı biçimde yerleşmek için, bahaneler ürettiği, nedenler yarattığı, gerekçeler icad ettiği, sebepler uydurduğu anlaşıldı. Büyük Ortadoğu Projesi benzeri politikalar geliştirdikçe, coğrafya, ekonomi, enerji kaynakları ve dış politika arasındaki yakın ilişki, daha çok göze batmaya başladı. Bu arada, herşeyi bilen uzmanların büyük bölümünün kapıldığı bir moda da dikkatimizi çekti: “Bir ülkenin dış politikasını, coğrafyasından ayrı ele almak”.
ABD, siyasi ve askeri varlığını tahkim edip, güçlendirmek için, haksız- hukuksuz da olsa, bir başka ülkenin toprağına tecavüz sonucu da gerçekleşse, yoksul bir halkın kanı ve gözyaşı üzerinden de kazanılsa, yeni bir üs daha yarattı kendine Ortadoğu’da. Ve gelip burnumuzun dibine yerleşti. Adeta bir bölge ülkesi, “komşu devlet” oluverdi. Sonra da Mehmetçiğin kafasına çuval geçirdi. Saddam’ı yakaladı. Ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni yaşama geçirmek için, moda deyimle düğmeye bastı.
Sam Amca’nın tüm bu çabaları, coğrafi bütünlük olmadan, ittifakların zor yürüyeceği, amacına ulaşmakta güçlük çekeceği, uzun süre yaşayamayacağı gerçeğinin, ABD için bile geçerli olduğunun kanıtıydı. Bu yüzden yıllardır parasıyla, puluyla, devşirmeleriyle, ajanlarıyla, “sivil toplum örgütleriyle”, “yerel” politikacılarıyla, 5. kol faaliyetleriyle, şirketleriyle, siyasi ve askeri gücüyle varolduğu, uzaktan kumanda ettiği bölgeye, bizzat gelip yerleşmek gereği duymuştu. NATO’dan IMF’ye dek, dünyada farklı amaçlar için kurulmuş uluslararası örgütlerin büyük bölümünü denetleyen ve yönlendiren ABD için bile, coğrafi bütünlük gerçeği, kendisini dayatıyordu. Üstelik ABD’nin yerleştiği coğrafya, enerji coğrafyasıydı. Kalıcı olmak için gelmişti Bağdat’a. Öldürerek özgürleştirecek, işgal ederek demokratikleştirecekti Irak’ı. İngiliz Başbakanı Churchill’in yıllar önce, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” dediği anımsanacak olursa, “Kimyasal silahlar sadece bahaneydi” diyen ABD’nin niyeti, daha kolay anlaşılmaktaydı.
Gürcistan’daki iktidar değişikliği, Irak, İran ve Suriye’deki karışıklıklar, Kosova’daki çatışmalar, Acaristan’daki gerginlik, ülkemizde ulus devleti, kamusallığı ve ulusallığı tasfiye etmek için hazırlanan, federal devletin, eyalet sisteminin yolunu açan, yurttaşın yerine müşteriyi koyan Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ve Yerel Yönetim Reformu, bu gözle okununca, gerçekler ve gerekçeler daha net görülüyordu.
Ancak, Samuel Huntington’la öğrenip, Graham Fuller’le bilen, Henry Kissinger’la ağlayıp, Paul Henze’yle gülen, Paul Wolfowitz’le görüp, Dick Cheney’le anlayan, Morton Abromowitz gibi bakıp, Bush gibi konuşan kimi entellektüellere ve yorumculara göre, işler güllük gülistanlıktı. ABD her zaman haklıydı ve güçlüydü. Üstelik bölgeye demokrasi, istikrar, insan hakları, piyasa ekonomisi ve refah getiriyordu. Türkiye bu senaryoda aktif rol almalıydı. Dünyaca ünlü bir işadamı, “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, Türk ordusudur” dememiş miydi? Hem üstelik, bağımsızlığın ve ulus devletin modası da geçmişti. Batı’yı haklı çıkarmak, Batı’nın üstünlüğünü sürdürmek ve meşrulaştırmak için, bizzat Batılılarca üretilen, “kuramların”, “yorumların”, çoğu tespit değil, temenni olan görüşlerin fazlasıyla etkisinde kalan, kimi zaman da “tamamen duygusal” bazı ilişkilere girenler, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması sürecinde aktif rol alırsak, karlı çıkacağımızı söylüyorlardı.
Uluslararası ilişkilerin özünün çıkar çatışmalarına dayandığını, bu alanda tek geçerli olan şeyin güç olduğunu, sürekli olarak haksızlık ve çifte standart yapıldığını, kimsenin, ötekinin hakkını, hukukunu gözetmediğini, diplomasinin ahlak ve erdeme dayanmadığını biliyor ama bilmezden, görüyor ama görmezden geliyorlardı. Küreselleşme sürecinin, gelişmiş Batı ülkelerince yeni bir emperyalizm olarak dayatıldığını gör(e)meyen, Türkiye için AB’den ve/veya ABD’den başka yaşam alanı tanımayan, “AB’ye girmezsek öldük, bittik, mahvolduk”, “Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” diye yazan bu uzmanlar, galiba şunları unutuyorlardı:
- Diplomaside, karşılıklılık, eskilerin deyimiyle mütekabiliyet ilkesi esastır.
- Dünya, güç ilişkileriyle değerlendirilir. Uluslararası ilişkilerde güçlü olan kazanır. Uluslararası hukuk, güçlüye pek işlemez, onu caydıramaz.
- Bir ülke dış yardımlarla değil, öncelikle kendi öz kaynakları ve ulusal politikalarıyla kalkınır.
- İnsan hakları, hukuk devleti, özgürlükler, demokrasi, piyasa ekonomisi, uluslararası meşruiyet gibi sözler, temeldeki ana çatışmayı, asıl kavgayı, yani devletler arasındaki çıkar çelişkisini gizlemez.
Bunun için şu sayı ve istatistiklere bakmak yeter.
Irak’ta durum:
- Tarafsız kaynaklara göre, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ölen Iraklı sivil sayısı, 70 bin ile 100 bin arasında. Yani, her 357 Iraklıdan biri, ABD işgalinden sonra öldü.
- Iraklıların yüzde 75’inin düzenli elektrik enerjisine kavuşmaları, 2005’te gerçekleşecek. Bağdat’ta düzenli olarak elektrik kesintisi uygulanıyor.
- Petrol ülkesi olan Irak’ta, petrol ve petrol ürünleri karaborsada. İşgal öncesinde rafineriler ayda 2.4 milyon varil üretim yapıyordu, işgal sonrasında üretim 1.25 milyon varile indi.
- Çocuk ölümleri işgalden sonra ikiye katlandı. 2002’de bin canlı doğumda, 57 bebek ölümü oluyordu. İşgalden sonra bin canlı doğumdan 103’ü ölümle sonuçlanmaya başladı. Çocukların yüzde 20’si, yeterli tıbbi bakıma kavuşamadan ölüyor.
- Irak’ta 15 bin okul, 1.5 milyon ortaöğretim öğrencisi var. BM, işgal öncesinde 7 bin okulun tamire ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı. İşgal sonrasında 175 okul tamir edildi.
- Her 5 Iraklıdan 3’ü gıda yardımına muhtaç. 1990 öncesinde, yani BM yaptırımları öncesinde Iraklılar, Ortadoğu’nun en iyi beslenen halkıydı.
- İşgal öncesinde, sağlıklı içme suyuna ulaşabilen Iraklı oranı yüzde 85’ti. İşgal sonrasında bu oran yüzde 60.
Dünyada durum:
- 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki büyük dünya savaşında 60 milyondan fazla insan öldü. Hala yaklaşık 50 milyon insan silahlı çatışmalar sürecinde yaşıyor. Son 10 yılda 2 milyon çocuk, savaş ve çatışma ortamında yaşamını yitirdi. 35 ülkede, 300 bin çocuk hükümet ya da muhalif güçler adına savaşıyor. 85 ülkede çocuklar değişik amaçlarla askere alınıyor. 90 ülkede 100 milyon çocuk kara mayınlarının tehlikesi altında. 1945’ten beri savaşlarda 23 milyon insan, önlenebilir hastalıklar yüzünden ise 150 milyon insan öldü. Son 10 yılda iç savaşlarda 5 milyon kişi öldü, 6 milyon kişi sakat kaldı.
- Dünyada 500 milyon küçük silah serbestçe el değiştiriyor.
- Yarım milyonu bilimadamı olmak üzere, toplam 15 milyon kişi silah ve silah geliştirme endüstrisinde çalışıyor. Dakikada 1.9 milyon dolar askeri harcama yapılıyor. Kişi başına düşen patlayıcı madde miktarı 1.8 ton. Oysa, 10 milyon adet mermiye harcanan parayla, 6 ölümcül hastalığa karşı 7.7 milyon çocuk aşılanabilir, beş saatlik silahlanma için yapılan harcama ile Afrika’da her yıl 1 milyon çocuğun ölümü engellenebilir, bir tek uçak gemisine harcanan para ile 400 bin kişi bir yıl boyunca beslenebilir.
- Dünyada 800 milyon aç insan var. BM Gıda Örgütü’nün hesabına göre; bu sayının 2015 yılında 400 milyona düşürülmesi için, 25 milyar dolar gerekiyor. BM Dünya Gıda Örgütü’ne göre; dünyadaki açların sayısı artarken, ülkelerden gelen yardımlar azalıyor. 2003’de 82 ülkede, 100 milyon aç insana yardım yapılabildi. ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde savunma bütçesi, 350 milyar dolardan, 400 milyar dolara çıkarıldı. Irak’ın işgalinden sonra ise 500 milyar dolar yapıldı. ABD’nin yıllık savunma giderleri, 800 milyar ile 1 trilyon dolar arasında.
- ABD, önümüzdeki 5 yıl içinde silahlanmaya 2.1 trilyon dolar hadcamayı planlıyor. Bu para, Türkiye’nin ulusal gelirinin 14 katı.
- ABD’nin, 2003 yılında silahlanmaya ayırdığı pay, eğitime ayırdığı payın 7.6, sağlığa ayırdığı payın 8.08, sosyal güvenlik ve tıbbi yardım harcamalarına ayırdığı payın 49.5 katıydı. 396.1 milyar dolar ayırdığı silahlanma bütçesinin, 16.8 milyar dolarını nükleer silah programına tahsis etti.
- ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, bu ülkeden sonra silahlanmaya en çok pay ayıran 25 ülkenin toplam silahlanma harcamasından daha fazla. Yine ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin (Küba, İran, Irak, Suriye, Libya, Kuzey Kore, Sudan) silah harcamalarının toplamının 26 katı
- ABD ve yakın müttefiklerinin (NATO, Japonya, Avustralya, Güney Kore) toplam silahlanma harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamından fazla. Yani, dünyadaki toplam silahlanma harcamasının üçte ikisi, ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin silahlanma harcamalarının toplamının ise 39 katı.
- ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin toplam silahlanma harcamalarına, Rusya ve Çin’in silahlanma harcamaları eklendiğinde, 117 milyar dolara ulaşıyor. Bu toplam bile, ABD’nin silahlanma harcamalarının yüzde 30’una ulaşıyor.
- 15 milyon çocuk ailesinden ayrı yaşıyor. Dünya genelinde 300 milyon çocuk işçi var. Çocukların beşte biri beslenme yetersizliği çekiyor. 100 milyon çocuğun evi yok, sokaklarda yaşıyor. Günde 30 bin çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.
- Kuzey ile Güney, Batı ile Doğu, varsıl ile yoksul arasındaki gelir uçurumu derinleşiyor. Dünya ölçeğinde spekülatif kazanç yolları, yatırım ve üretimi önlüyor. Ücret düzeyleri arasındaki eşitsizlik artarken, istihdam yapısının bozulması nedeniyle, iş güvencesi tehdit altına giriyor.
- Dünyadaki toplam mal ve hizmet üretimi (GSMH) 33 trilyon dolar civarında. Toplam ihracat 6.5 trilyon doların üstünde. Ama dünyada 1 milyar işsiz var.
- 6.2 milyar olan dünya nüfusunun, 5.2 milyarı yoksul. 2025 yılında dünya nüfusunun 7.2 milyarı bulması, yoksul sayısının ise 6 milyarı geçmesi bekleniyor. 1.2 milyar kişi, günde 1 dolarla, 3 milyar kişi de, günde 2 doların altındaki geliriyle yaşamaya çalışıyor. Bu insanların üçte biri Asya’da. 2000’li yıllarda her yıl ortalama 13 milyon kişi, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Oysa bu insanları kurtarmak için kişi başına 5 dolarlık harcama yetiyor.
- Şu anda 1.2 milyar insan gelişmiş ülkelerde yaşıyor, 2050’de de bu sayı aynı olacak. Halen, 5 milyar insan da geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. 2050 yılında yılında ise bu sayı 8.2 milyara ulaşacak. Yani 2050’de dünyada yoksulların sayısı, zenginlerin sayısının yaklaşık 7 katı olacak. Bu gidişle zaman, “Eğer kendi sınırlarımız içinde bir cennet yaratıp, dışarıda bir cehennem oluşmasına göz yumarsak, hayatta kalamayız” diyen eski İngiliz Başbakanı Clement Atlee’yi haklı çıkaracak.
- Dünyada 10 milyondan fazla mülteci, 5 milyondan fazla evsiz insan var.
- BM verilerine göre; son 30 yılda yoksul ülkelerin sayısı 25’ten 49’a çıktı. Bu ülkelerde 610 milyon kişi çok zor koşullarda yaşıyor. Yoksul ülkelere yapılan resmi kalkınma yardımları, 1990’larla birlikte yüzde 45 azaldı.
- Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.5 milyar insanın üçte biri, yani 1.5 milyar insan, içilebilir suya hasret. Her yıl savaş nedeniyle ölen 1 insana karşılık, su yoluyla bulaşan hastalıklar nedeniyle 10 kişi ölüyor. Yani her yıl 5 milyon insan, su yoluyla bulaşan hastalıklar sonucu yaşamını yitiriyor. 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyar 600 milyon kişiye ulaşacağı, gelecekte savaşların su için yapılacağı öngörülüyor.
- Dünyadaki petrol ve doğalgaz rezervleri 50 yıl sonra tükenebilir.
- Bilinen canlı türlerinin yüzde 12’si yokolmak üzere.
- İki milyar insan, yani dünya nüfusunun üçte biri, kansızlık, her 7 kişiden biri açlık çekiyor. Hergün 24 bin kişi açlıktan ölüyor. Her yıl 18 milyon kişi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle ölüyor.
- Saatte 300 kişi AIDS’ten ölüyor. Sıtma her yıl 2.6 milyon insanı öldürüyor.
- AIDS tehlikesi yaşayan Afrika ülkelerinin üretimlerinde 2005 yılında yüzde 14’lük bir düşüş bekleniyor.
- Sağlık harcamalarına ayrılan pay, az gelişmiş ülkelerde GSMH’nın yüzde 1’inin altında. Gelişmiş ülkelerde yüzde 6’nın üstünde. Türkiye’de ise yüzde 3.6.
- En yüksek insani gelişmişlik göstergesine sahip 20 ülke, askeri harcamalarının 3.5 katını eğitime, 4 katını ise sağlığa ayırıyor.
- UNESCO verilerine göre; dünya nüfusunun beşte biri okuma- yazma bilmiyor.
- Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, dünyanın en yoksul 48 ülkesinin GSMH’sından fazla. 475 dolar milyarderinin serveti, dünya nüfusunun yarısının toplam zenginliğine eşit. Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam geliri, 1 trilyon doları geçiyor. En yoksul 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam geliri ise 146 milyar dolar.
- Dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan ülkeler (BM’nin en son 191 üyesi vardı), dünya gelirinin yüzde 80’ini kontrol ediyor. 3 milyardan fazla insanla dünya nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan ülkeler ise dünya gelirinin yüzde 5’ini elde ediyor. Dünya nüfusu yüzde 20’lik 5 dilime ayrılırsa, birinci yüzde 20, dünya gelirinin yüzde 82.7’sini, ikinci yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 11.7’sini, üçüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 2.3’ünü, dördüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 1.9’unu ve beşinci yüzde 20 ise dünya gelirinin yüzde 1.4’ünü alıyor.
- Dünyanın en büyük 500 şirketi, tüm dünya ticaretinin üçte ikisini yürütüyor. En büyük 200 şirketin yıllık satış toplamları, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan 1.5 milyar insanın yıllık gelirinin toplamının 18 katı.
- Mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan 1.3 milyar kişinin yüzde 70’i kadın. 5-6 yaşlarında 6 milyon kız çocuğu işçi olarak çalışıyor. Dünya parlamentolarındaki kadın oranı yüzde 14.
Batı’da durum:
- ABD’nin GSMH’sı 10 trilyon doların üzerinde. İhracatı 800 milyar dolar, ithalatı 1.3 trilyon dolar. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının yıllık 18 bin dolar olduğu ABD’de, 2001 yılı verilerine göre 33 milyon yoksul yaşıyor. Resmi işsizlik oranı Eylül 2002’de yüzde 5.6 olarak açıklandı. 8 trilyon dolarlık ABD milli gelirinin yüzde 30’unu, ülkenin en zengin yüzde 10’luk dilimi kontrol ediyor. Yüzde 20’lik en tepedekiler ise gelirin yüzde 45’ini kontrol ediyor.
- AB’nin toplam GSMH’sı 8 trilyon dolar. İhracatı 1.4 trilyon, ithalatı ise 1.42 trilyon dolar. Avrupa’daki işsiz sayısı 50 milyonu geçiyor.
- Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı 2002- 2003 Küresel Rekabet Raporu’na göre; teknolojik yenilikler açısından dünyada ABD ilk sırada. Teknolojik yenilikte önderlik, uluslararası alanda alınan patent sayısı ve bilimadamı ile mühendis sayısının ülke nüfusuna oranlanmasıyla yapılan hesaba göre; başta elektronik, optik malzeme, yazılım ve motorlu araç sanayi olmak üzere teknolojinin pekçok dalında ABD lider. Türkiye mikro ekonomik sıralamada 54., makro ekonomik endeksde 69.
- ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerde tarım günde toplam 1 milyar dolar sübvanse ediliyor. Yani Batı, “Gelişmiş tarımınız yoksa, gelişmiş gıda sanayiiniz de olmaz” gerçeğini çok iyi biliyor.
Türkiye’de durum:
- Türkiye, saatte 10 trilyon lira faiz ödüyor. Bu hesaba göre; Milli Eğitim Bakanlığı ödeneği 41 günlük, Sağlık Bakanlığı ödeneği 14 günlük, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ödeneği ise 6 günlük faiz ödemesine denk.
- 2003 Dünya Servet Raporu’na göre; Türkiye’de 30 bin dolar milyoneri var.
- Ülkemiz dünya gelir bölüşümünde, en adaletsiz 5 ülke arasında. Nüfusun en zengin yüzde 10’luk bölümü, gelir ya da tüketimden yüzde 32.3 pay alırken, en yoksul yüzde 10, gelir ya da tüketimden yüzde 2.3 pay alıyor. En zengin yüzde 1’lik kesim ise gelirin yüzde 29’una tek başına sahip. En zengin yüzde 1 ile en fakir yüzde 1 arasında 237 kat gelir farkı var. Nüfusun en alt yüzde 40’ı milli gelirin yüzde 13.5’ini alıyor. Ülkemizin doğusu ile batısı arasında milli gelir açısından 14 kat, en alt ve en üst yüzde 20’lik dilimler arasında ise 11 kat fark var. Kısacası, en yoksul yüzde 20, toplam gelirin yüzde 4.9’unu, en varsıl yüzde 20 ise toplam gelirin yüzde 54.9’unu alıyor.
- Ekonomist Mustafa Sönmez’in hesabına göre; ailelerin yüzde 1’ini oluşturan en tepedeki süper zengin kesim, para-sermayenin yüzde 17’sinin sahibi. İkinci sıradaki yüzde 9’luk kesim de eklendiğinde, nüfusun en tepedeki yüzde 10’u, bu gelirin yüzde 41’ini kontrol ediyor. İkinci yüzde 10, piyasanın yüzde 14’ünü denetliyor. Borsadaki 11 milyar doların 8 milyar dolarını, borsadaki 150 bin portföy sahibinin yüzde 1’i kontrol ediyor. Borsada 10 kişi, toplam portföyün yüzde 35’ini kontrol ediyor.
- Aylık yapılan açlık ve yoksulluk sınırı araştırmalarının ortalamasına göre; dört kişilik bir aile için açlık sınırı 500 milyon, yoksulluk sınırı 1 milyar 500 milyon lira dolayında.
- Genel olarak nüfusumuzun yarıya yakını (yüzde 43) yoksulluk, dörtte biri açlık sınırında yaşıyor. Nüfusun yüzde 2.4’ü aşırı yoksul, yani geliri günde 1 doların altında. Yüzde 18’i uluslararası yoksulluk sınırı olarak kabul edilen günlük 2 dolarlık gelir düzeyinin altında. 10 milyonu aşkın yurttaşımız günde 1 dolarlık gıda harcaması yapamıyor. Yoksulların yüzde 42.2’si 0-14 yaş grubundaki çocuklardan oluşuyor. Yoksulların yüzde 26.9’u okur-yazar değil. DİE’nin araştırmasına göre de; 12 milyon kişi, günde 1 doların altında para ile geçinmeye çalışıyor. Bir başka 12 milyon ise günde 2 dolar kazanabiliyor.
- Türkiye’de kişi başına yıllık et tüketimi 27 kilogram, süt ve süt ürünleri tüketimi ise 160 kilogram. Avrupa Birliği ülkelerinde bu miktar ette 87 kilogram, sütte ise 350 kilogram.
- BM 2002 İnsani Kalkınma Raporu’na göre; Türkiye insani gelişmişlik açısından Ermenistan, Beyaz Rusya, Fiji, Libya, Lübnan, Surinam, Kazakistan, Peru, Ukrayna gibi ülkelerin gerisinde. Kişi başına gelir düzeyi, insani kaynakların arttırılması, temel ihtiyaçlar, yaşam düzeyi, politik- toplumsal koşullar ve eğitim durumu gibi göstergelerin de ötesinde, özgürlükler, insani değer ve insanların kalkınmadaki rolü gibi etkenleri de kapsayan insani gelişmişlik kavramı sıralamasında Türkiye 85. sırada. Orta gelişmişlik düzeyi içindeki 84 ülke arasında ise 32. sırada.
- Ülkemizde, sağlıklı içme suyuna ulaşamayanların oranı yüzde 17. Yani 12 milyondan fazla insanımız sağlıklı içme suyundan yoksun. Su kaynaklarını verimli ve tutumlu kullanmayan, aksine hızla tüketen ve kirleten Türkiye’nin, önümüzdeki 25 yılda temiz su sıkıntısıyla karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekiliyor.
- Türkiye, Kasım ve Şubat krizleri sonucu, toplam varlığının üçte birini kaybetti. GSMH’sı üçte bir oranında küçüldü, iç ve dış borçlar üçte bir arttı, ithalat üçte bir oranında azaldı. Hanelerin tüketim harcamaları dolar bazında yüzde 24 azalırken, tüketimi en çok kısılan ürünler gıda harcamaları oldu. Türkiye’de kişi başına borçlar, kişi başına gelirleri geçti.
- Dünya Bankası’nın üzerinde “gizli” ibaresi bulunan raporuna göre; kriz 2.3 milyon kişiyi işsiz bıraktı. Bu sayı, 2001 yılında istihdamın yüzde 10.6’sına denk geliyordu.
- 13 milyon insanımız işsiz. Üç üniversite mezunundan ancak biri iş bulabiliyor. Kentlerde eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde 29.1’e ulaşmış durumda. İşsizlikte OECD dördüncüsüyüz.
- İç ve dış borç toplamı 210 milyar doları geçen Türkiye’de, 1980 sonrası hortumlanan para 120 milyar dolar.
- 2023 yılında 450 milyar dolar ihracat, 550 milyar dolar ithalat yapmayı öngören Türkiye, IMF’ye en fazla borçlu olan ülkeler arasında.
- Birbiriyle yakından ilgili üç sorun olan üretimsizlik, işsizlik ve eşitsizlik belalarını yenemeyen Türkiye, rant, repo, faiz kazançları için, spekülatif kazanç açısından tam bir cennet. Akıllı bir spekülatör, ABD’de 30 yılda kazanacağı faizi, Türkiye’de 6 ayda kazanabiliyor.
- Ankara Ticaret Odası’nın araştırmasına göre; krizlerin de etkisiyle Türkiye’deki kahvehane sayısı 400 bin, meyhane sayısı 15 bine çıkarken, sinemaya gidemeyen ve kitap okuyamayanların sayısı 40 milyonu buldu. Kültür Bakanlığı’na bağlı toplam kütüphane sayısı 1394.
- Ülkemizde 3 milyon çocuk, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Her 3 çocuktan biri çalışıyor. 1.6 milyon çocuk, her türlü iş güvenliğinden ve sağlık koşullarından yoksun çalışıyor.
- Türkiye potansiyelini kullanma ve kaynaklarının katma değerini yükseltme konusunda hem siyasal, hem bilimsel açıdan başarısız. “Sanayi ülkesi olacağız, Avrupa’nın meyva bahçesi olmaya gerek yok” düşüncesiyle tarımı adeta planlı, programlı, kasıtlı olarak çökerten Türkiye, amaçladığı ölçüde bir sanayi ülkesi olamadı. Ama tarımsal olarak çöktü. Bir zamanlar, dünya üzerinde kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olan Türkiye, artık tarımda dışa bağımlı. AB ülkesi olan İtalya, Fransa gibi ülkeler tarıma dayalı sanayinin önemini yıllar önce kavramışken, Türkiye bu alanda yeterli atılımı gösteremedi. Önemli ölçüde küçük aile işletmeleri yani KOBİ oldukları için, ürünün ve paranın geri dönüşü bir yıldan az olduğu için, iklimimiz, coğrafyamız ve toprağımız uygun olduğu için, ülkemizde nüfusun yarısı kırsalda yaşadığı için, önemli bir istihdam kaynağı olduğu için ve stratejik önemi olduğu için önem vermemiz gereken tarıma dayalı sanayiye gerekli yatırımı yapmadık. Yunanistan bizden 4, İspanya 6 kat fazla zeytinyağı üretirken, biz zeytinliklerimizde maden aradık, yol, fabrika, toplu konut yaptık. “Türkiye tarımdan vazgeçsin” diyenler, otomotivde dünya devi olan İtalya’nın tarımdan elde ettiği gelirin, otomotiv sanayisinden elde ettiğine yakın olduğunu gözlerden kaçırdılar.
- Dünyada toplam hacmi 1 trilyon dolar olan stratejik öneme sahip bor rezervlerinin yüzde 85’i Türkiye’de. Türkiye’nin çinko rezervleri de iştah kabartıyor.
- Türkiye’de 580 ayrı noktada toplam 6 bin 500 tonluk altın rezervi bulunuyor. Ve Türkiye bu rezervle Güney Afrika’dan sonra ikinci geliyor. 70 milyar dolar değerindeki altın rezervinin, ekonomiye katılması durumunda 300 milyar dolar katma değer oluşturacağı hesaplanıyor.
- Kimileri, Türkiye’nin ABD uğruna komşularıyla kötü olmasını öneredursunlar, Türkiye’nin ticarette komşularıyla ilişkisi yüzde 5 dolayında. Bu oran AB ülkelerinde yüzde 50.
- Türkiye araştırma- geliştirmede de (ar-ge) geri. Dünyada 25. sırada. 2003 yılında araştırmacı sayısı olarak, 10 bin kişide 15 araştırmacı hedefleyen Türkiye, amacına ulaşamadı, 10 bin kişide 11 araştırmacı oranını yakaladı. Yunanistan’da ise 10 bin kişiye 45 araştırmacı düşüyor. OECD raporuna göre; her bin kişiye, Türkiye’de 1.1, Yunanistan’da 3.8, AB’de 5.8, ABD’de 8.6, Japonya’da ise 9.7 bilimadamı düşüyor. Ülkemizde ar- ge harcamalarının GSMH içindeki payı binde 6. Binde 10’a varmayı amaçlıyoruz. Japonya’da ise bu oran yüzde 3. 1993- 2003 arasında özel teşebbüsün ar-ge yatırımları yüzde 17’den yüzde 36’ya çıktı. İleri teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracatındaki payı yüzde 4. Bu oran İrlanda’da yüzde 47, Arjantin’de yüzde 8. Ülkelerin, teknolojiyi ekonomilerine yansıtma başarısına göre 49 ülkeyi kapsayan sıralamada Türkiye 33. Bu sıralamada ilk 3 ABD, İsveç ve Finlandiya şeklinde.
- Türkiye, sağlık harcamalarına en az pay ayıran ülkelerden biri. Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü’nün araştırmasına göre; Türkiye Gayri Safi Yurt İçi Hasılasından sağlığa yüzde 3.7 pay ayırıyor. Bu oran ile araştırma kapsamındaki 49 ülke arasında 42. sırada. ABD’de bu oran yüzde 12.9, Slovakya’da yüzde 9.1, Slovenya’da yüzde 7.7, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 7.5, Macaristan’da yüzde 6.8, Estonya’da yüzde 6.5, Polonya’da yüzde 6.2.
- Eğitim sisteminin durumu içler acısı. Bazı branşlarda 30 binden çok öğretmen fazlası varken, bazı branşlarda 70 bin öğretmen açğı var. Bazı bölgelerde öğretmen bulunmazken, bazı bölgelerde öğretmen yığılması söz konusu. Eğitimde fırsat eşitliği yok, dengesizlik ve çok başlılık egemen. Nitelik sürekli düşüyor. Türkiye 1990 bütçesinde eğitime yüzde 14.97 pay ayırırken, bu oran 2002’de yüzde 7.69’a geriledi. Eğitim harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya oranı dikkate alındığında, OECD ortalaması yüzde 5.6, Türkiye ortalaması yüzde 4.
- Türkiye nüfusunun yüzde 15’i okuma yazma bilmiyor, bu oran kadınlarda yüzde 23’e yükseliyor.
- Türkiye, çalışma yaşamında verimlilikten uzak görünüyor. İstihdam edilen birim işgücünden elde edilen GSYİH ölçümlerinde, 2001 verilerine göre dolar bazında 8 bin 71 dolar ile, 49 ülke arasında 41. Listede başı çeken Lüksemburg’da ise bu bedel 75 bin 934 dolar. Yani Türkiye, kaynaklarını akılcı ve tutumlu kullanamıyor. Türkiye’yi yıllardır yöneten liberal, özelleştirmeci ve piyasa ekonomisi yanlısı hükümetlerin reform söylemlerine karşın, bürokrasimizin hantal, verimlilik ve saydamlıktan uzak olması, kamu hizmetlerinde zaafa neden oluyor. Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre; Türkiye, devlet bürokrasisinin engelleyici etkisi yönünden, 59 ülke arasında 10. sırada. Türkiye’de işletme faaliyetine ilişkin zamanın yüzde 20’si bürokraside geçiyor. Bir şirketin kurulması için gerekli işlemler en az 2.5 ayda sonuçlanıyor. Yatırımı sonuçlandırabilmek için 172 imza gerekiyor. Enerji sektöründe 14 ayda gerçekleşen bir projenin tüm izinleri ancak 9 yılda tamamlanıyor. Yatırım için gerekli işlemler için harcanan zaman dünyada en çok 180 günken, ülkemizde ortalama 720 gün tutuyor. Bir ticari markanın tescili bizde 14 ay, Avrupa’da 6 ay alıyor.
- Türkiye, yaşadığı ekonomik krizler nedeniyle, küçük orta boy işletmelerin (KOBİ) yaşadığı çöküntüyü bir türlü aşamıyor. AB’de KOBİ gerçeği şöyle; işletmelerin yüzde 95’i, istihdamın yüzde 62’si, üretilen katma değerin yüzde 81’i, yatırım payının yüzde 40’ı, üretim payının yüzde 40’ı, ihracat payının yüzde 35’i, kredi payının yüzde 45’i ve kapasite kullanımının yüzde 80’i. Türkiye’de durum ise, işletmelerin yüzde 99.5’i, istihdamın yüzde 63.5’i, üretilen katma değerin yüzde 32.3’ü, yatırım payının yüzde 26.5’i, üretim payının yüzde 38’i, ihracat payının yüzde 8’i, kredi payının yüzde 4’ü ve kapasite kullanımının yüzde 25.’i. Buna karşın, KOBİ Gelişim Projesi kapsamında Aralık 2001- Mart 2002 arasında yapılan çalışmaya göre; Türkiye’de bir KOBİ açılması için 172 imza gerekiyor. 17’si bakanlık olmak üzere 46 değişik kurum ve kuruluş KOBİ’lere farklı yollardan hizmet sunuyor.
- Türkiye, yılda 70 milyon kamyon toprağını erozyonla kaybediyor.
Sonuç olarak;
Dünyaya sadece Batı’lı ve Batıcı gözlüklerin verdiği açı ile bakmak, bizi sağlıklı bir noktaya götürmüyor. Çözümün “Batı’nın dediğini yapmaktan değil, Batı’nın yaptığını yapmaktan” geçtiğini görmek için de, teleskop sahibi olmaya gerek yok. Biraz tarih bilmek, biraz da ufka bakabilmek yeterli.
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, genç nüfusuyla, Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, Avrupa ile Asya arasında kavşak noktası olan, denge ülke olan, köklü bir tarihsel mirasın, zengin bir uygarlık birikiminin sahibi olan bir büyük ülkenin, bu kadar kolay çözüleceğini, tükeneceğini, itilip kakılacağını, horlanacağını düşünmek büyük bir yanılgı.
Atatürk’ün, daha hayattayken öngörüp, söylediği gibi, “gaflete, dalalete, hatta ihanete” karşın, Atatürk’ün ölümüyle başlayan karşı devrimin tüm şiddetine ve kazandığı mevzilere rağmen, ülkemizde devrimci bir gelenek, kamucu, toplumcu, halkçı ve aydınlanmacı bir birikim, kurtuluşu, başkalarında değil, kendinde arayan güçlü bir damar var.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından 30’a yakın devletin çıktığını anımsarsak, Türkiye’nin, kendi gücüne, kültürel ve tarihsel coğrafyasının büyüklüğüne, etki alanının, yaşam sahasının genişliğine vakıf olması gerektiği net biçimde görülüyor.
Benlikli ve kimlikli politikalarla, tercüme değil telif reçetelerle, aşırma değil yerli malı önerilerle, 19 Mayıs 1919’da yola çıkanların başarısı, 29 Ekim 1923’de kanıtlandı.
“Her mahallede bir milyoner yaratmakla” işe koyulan, “Memleketi küçük Amerika” yapmaya çalışan, “Odunu koysa milletvekili seçtiren”, sonra da “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyerek vekil dalkavukluğu yapan, “Memleketi 70 sente muhtaceden”, “Benzin vardı da, biz mi içtik?” diye soran, “Yollar yürümekle aşınmaz” diye buyuran, “Dün dündür, bugün bugündür” diye kıvıran, “Hele bir 70 milyon olalım” diye dayılanan, “Anayasayı bir kere delmekle birşey olmayacağını” sanan, “Bir koyup üç alan”, “Onun memuru işini bilen” ve “Avrupa Birliği’nin yolunu Diyarbakır’dan geçiren” meydanlarda iş ve ekmek isteyenleri tersleyip, horlayıp, aşağılayan, çiftçiye “Gözünü toprak doyursun” diyen, AB üyeliği hayali uğruna Kıbrıs’ı gözden çıkaran, kafamıza geçirilen çuvalı benimseyen, yolsuzluk dosyaları kabarmış, dokunulmazlıkların arkasına sığınan, asgari ücretin 320 milyon lira olduğu ülkemizde, 6.5 milyar lirayla geçinemeyen politik-acıların ülkemizi 50 yıl içinde getirdikleri noktaya gelince;
Yukarıdaki sayılardan yeterince anlaşılmıyor mu?
Saddam’ın yakalanmasının doğuracağı sonuçlardan, Büyük Ortadoğu Projesi’ne, İstanbul’daki bombalı saldırılardan, Avrupa Birliği’ne, İspanya’daki seçim sonuçlarından, uluslararası teröre dek her şeyi bilen, her konuda ahkam kesen, bilmediği, görmediği, tanımadığı coğrafyalardaki gelişmeleri, ajanslardan gelen yalan, yanlı, yanlış, güvenilirliği ve doğruluğu tartışmalı haberlere dayanarak, üstelik anında yorumlayan ne kadar da çok yorumcumuz varmış. Gazeteci, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı, emekli diplomat, akademisyen, stratejist vb. “ağır” ve “ayrıcalıklı” ünvanlar kullanan bu kerameti kendinden menkul yorumcuların büyük bölümünün aslında, yeni, farklı, özgün, kayda değer, bilimsel, tutarlı şeyler söylemediklerini gördük. Söylediklerine aman zaman çok da güldük. Ama bu arada zaman da kaybettik.
ABD’nin Avrasya coğrafyasına kalıcı biçimde yerleşmek için, bahaneler ürettiği, nedenler yarattığı, gerekçeler icad ettiği, sebepler uydurduğu anlaşıldı. Büyük Ortadoğu Projesi benzeri politikalar geliştirdikçe, coğrafya, ekonomi, enerji kaynakları ve dış politika arasındaki yakın ilişki, daha çok göze batmaya başladı. Bu arada, herşeyi bilen uzmanların büyük bölümünün kapıldığı bir moda da dikkatimizi çekti: “Bir ülkenin dış politikasını, coğrafyasından ayrı ele almak”.
ABD, siyasi ve askeri varlığını tahkim edip, güçlendirmek için, haksız- hukuksuz da olsa, bir başka ülkenin toprağına tecavüz sonucu da gerçekleşse, yoksul bir halkın kanı ve gözyaşı üzerinden de kazanılsa, yeni bir üs daha yarattı kendine Ortadoğu’da. Ve gelip burnumuzun dibine yerleşti. Adeta bir bölge ülkesi, “komşu devlet” oluverdi. Sonra da Mehmetçiğin kafasına çuval geçirdi. Saddam’ı yakaladı. Ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni yaşama geçirmek için, moda deyimle düğmeye bastı.
Sam Amca’nın tüm bu çabaları, coğrafi bütünlük olmadan, ittifakların zor yürüyeceği, amacına ulaşmakta güçlük çekeceği, uzun süre yaşayamayacağı gerçeğinin, ABD için bile geçerli olduğunun kanıtıydı. Bu yüzden yıllardır parasıyla, puluyla, devşirmeleriyle, ajanlarıyla, “sivil toplum örgütleriyle”, “yerel” politikacılarıyla, 5. kol faaliyetleriyle, şirketleriyle, siyasi ve askeri gücüyle varolduğu, uzaktan kumanda ettiği bölgeye, bizzat gelip yerleşmek gereği duymuştu. NATO’dan IMF’ye dek, dünyada farklı amaçlar için kurulmuş uluslararası örgütlerin büyük bölümünü denetleyen ve yönlendiren ABD için bile, coğrafi bütünlük gerçeği, kendisini dayatıyordu. Üstelik ABD’nin yerleştiği coğrafya, enerji coğrafyasıydı. Kalıcı olmak için gelmişti Bağdat’a. Öldürerek özgürleştirecek, işgal ederek demokratikleştirecekti Irak’ı. İngiliz Başbakanı Churchill’in yıllar önce, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” dediği anımsanacak olursa, “Kimyasal silahlar sadece bahaneydi” diyen ABD’nin niyeti, daha kolay anlaşılmaktaydı.
Gürcistan’daki iktidar değişikliği, Irak, İran ve Suriye’deki karışıklıklar, Kosova’daki çatışmalar, Acaristan’daki gerginlik, ülkemizde ulus devleti, kamusallığı ve ulusallığı tasfiye etmek için hazırlanan, federal devletin, eyalet sisteminin yolunu açan, yurttaşın yerine müşteriyi koyan Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ve Yerel Yönetim Reformu, bu gözle okununca, gerçekler ve gerekçeler daha net görülüyordu.
Ancak, Samuel Huntington’la öğrenip, Graham Fuller’le bilen, Henry Kissinger’la ağlayıp, Paul Henze’yle gülen, Paul Wolfowitz’le görüp, Dick Cheney’le anlayan, Morton Abromowitz gibi bakıp, Bush gibi konuşan kimi entellektüellere ve yorumculara göre, işler güllük gülistanlıktı. ABD her zaman haklıydı ve güçlüydü. Üstelik bölgeye demokrasi, istikrar, insan hakları, piyasa ekonomisi ve refah getiriyordu. Türkiye bu senaryoda aktif rol almalıydı. Dünyaca ünlü bir işadamı, “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, Türk ordusudur” dememiş miydi? Hem üstelik, bağımsızlığın ve ulus devletin modası da geçmişti. Batı’yı haklı çıkarmak, Batı’nın üstünlüğünü sürdürmek ve meşrulaştırmak için, bizzat Batılılarca üretilen, “kuramların”, “yorumların”, çoğu tespit değil, temenni olan görüşlerin fazlasıyla etkisinde kalan, kimi zaman da “tamamen duygusal” bazı ilişkilere girenler, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması sürecinde aktif rol alırsak, karlı çıkacağımızı söylüyorlardı.
Uluslararası ilişkilerin özünün çıkar çatışmalarına dayandığını, bu alanda tek geçerli olan şeyin güç olduğunu, sürekli olarak haksızlık ve çifte standart yapıldığını, kimsenin, ötekinin hakkını, hukukunu gözetmediğini, diplomasinin ahlak ve erdeme dayanmadığını biliyor ama bilmezden, görüyor ama görmezden geliyorlardı. Küreselleşme sürecinin, gelişmiş Batı ülkelerince yeni bir emperyalizm olarak dayatıldığını gör(e)meyen, Türkiye için AB’den ve/veya ABD’den başka yaşam alanı tanımayan, “AB’ye girmezsek öldük, bittik, mahvolduk”, “Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” diye yazan bu uzmanlar, galiba şunları unutuyorlardı:
- Diplomaside, karşılıklılık, eskilerin deyimiyle mütekabiliyet ilkesi esastır.
- Dünya, güç ilişkileriyle değerlendirilir. Uluslararası ilişkilerde güçlü olan kazanır. Uluslararası hukuk, güçlüye pek işlemez, onu caydıramaz.
- Bir ülke dış yardımlarla değil, öncelikle kendi öz kaynakları ve ulusal politikalarıyla kalkınır.
- İnsan hakları, hukuk devleti, özgürlükler, demokrasi, piyasa ekonomisi, uluslararası meşruiyet gibi sözler, temeldeki ana çatışmayı, asıl kavgayı, yani devletler arasındaki çıkar çelişkisini gizlemez.
Bunun için şu sayı ve istatistiklere bakmak yeter.
Irak’ta durum:
- Tarafsız kaynaklara göre, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ölen Iraklı sivil sayısı, 70 bin ile 100 bin arasında. Yani, her 357 Iraklıdan biri, ABD işgalinden sonra öldü.
- Iraklıların yüzde 75’inin düzenli elektrik enerjisine kavuşmaları, 2005’te gerçekleşecek. Bağdat’ta düzenli olarak elektrik kesintisi uygulanıyor.
- Petrol ülkesi olan Irak’ta, petrol ve petrol ürünleri karaborsada. İşgal öncesinde rafineriler ayda 2.4 milyon varil üretim yapıyordu, işgal sonrasında üretim 1.25 milyon varile indi.
- Çocuk ölümleri işgalden sonra ikiye katlandı. 2002’de bin canlı doğumda, 57 bebek ölümü oluyordu. İşgalden sonra bin canlı doğumdan 103’ü ölümle sonuçlanmaya başladı. Çocukların yüzde 20’si, yeterli tıbbi bakıma kavuşamadan ölüyor.
- Irak’ta 15 bin okul, 1.5 milyon ortaöğretim öğrencisi var. BM, işgal öncesinde 7 bin okulun tamire ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı. İşgal sonrasında 175 okul tamir edildi.
- Her 5 Iraklıdan 3’ü gıda yardımına muhtaç. 1990 öncesinde, yani BM yaptırımları öncesinde Iraklılar, Ortadoğu’nun en iyi beslenen halkıydı.
- İşgal öncesinde, sağlıklı içme suyuna ulaşabilen Iraklı oranı yüzde 85’ti. İşgal sonrasında bu oran yüzde 60.
Dünyada durum:
- 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki büyük dünya savaşında 60 milyondan fazla insan öldü. Hala yaklaşık 50 milyon insan silahlı çatışmalar sürecinde yaşıyor. Son 10 yılda 2 milyon çocuk, savaş ve çatışma ortamında yaşamını yitirdi. 35 ülkede, 300 bin çocuk hükümet ya da muhalif güçler adına savaşıyor. 85 ülkede çocuklar değişik amaçlarla askere alınıyor. 90 ülkede 100 milyon çocuk kara mayınlarının tehlikesi altında. 1945’ten beri savaşlarda 23 milyon insan, önlenebilir hastalıklar yüzünden ise 150 milyon insan öldü. Son 10 yılda iç savaşlarda 5 milyon kişi öldü, 6 milyon kişi sakat kaldı.
- Dünyada 500 milyon küçük silah serbestçe el değiştiriyor.
- Yarım milyonu bilimadamı olmak üzere, toplam 15 milyon kişi silah ve silah geliştirme endüstrisinde çalışıyor. Dakikada 1.9 milyon dolar askeri harcama yapılıyor. Kişi başına düşen patlayıcı madde miktarı 1.8 ton. Oysa, 10 milyon adet mermiye harcanan parayla, 6 ölümcül hastalığa karşı 7.7 milyon çocuk aşılanabilir, beş saatlik silahlanma için yapılan harcama ile Afrika’da her yıl 1 milyon çocuğun ölümü engellenebilir, bir tek uçak gemisine harcanan para ile 400 bin kişi bir yıl boyunca beslenebilir.
- Dünyada 800 milyon aç insan var. BM Gıda Örgütü’nün hesabına göre; bu sayının 2015 yılında 400 milyona düşürülmesi için, 25 milyar dolar gerekiyor. BM Dünya Gıda Örgütü’ne göre; dünyadaki açların sayısı artarken, ülkelerden gelen yardımlar azalıyor. 2003’de 82 ülkede, 100 milyon aç insana yardım yapılabildi. ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde savunma bütçesi, 350 milyar dolardan, 400 milyar dolara çıkarıldı. Irak’ın işgalinden sonra ise 500 milyar dolar yapıldı. ABD’nin yıllık savunma giderleri, 800 milyar ile 1 trilyon dolar arasında.
- ABD, önümüzdeki 5 yıl içinde silahlanmaya 2.1 trilyon dolar hadcamayı planlıyor. Bu para, Türkiye’nin ulusal gelirinin 14 katı.
- ABD’nin, 2003 yılında silahlanmaya ayırdığı pay, eğitime ayırdığı payın 7.6, sağlığa ayırdığı payın 8.08, sosyal güvenlik ve tıbbi yardım harcamalarına ayırdığı payın 49.5 katıydı. 396.1 milyar dolar ayırdığı silahlanma bütçesinin, 16.8 milyar dolarını nükleer silah programına tahsis etti.
- ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, bu ülkeden sonra silahlanmaya en çok pay ayıran 25 ülkenin toplam silahlanma harcamasından daha fazla. Yine ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin (Küba, İran, Irak, Suriye, Libya, Kuzey Kore, Sudan) silah harcamalarının toplamının 26 katı
- ABD ve yakın müttefiklerinin (NATO, Japonya, Avustralya, Güney Kore) toplam silahlanma harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamından fazla. Yani, dünyadaki toplam silahlanma harcamasının üçte ikisi, ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin silahlanma harcamalarının toplamının ise 39 katı.
- ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin toplam silahlanma harcamalarına, Rusya ve Çin’in silahlanma harcamaları eklendiğinde, 117 milyar dolara ulaşıyor. Bu toplam bile, ABD’nin silahlanma harcamalarının yüzde 30’una ulaşıyor.
- 15 milyon çocuk ailesinden ayrı yaşıyor. Dünya genelinde 300 milyon çocuk işçi var. Çocukların beşte biri beslenme yetersizliği çekiyor. 100 milyon çocuğun evi yok, sokaklarda yaşıyor. Günde 30 bin çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.
- Kuzey ile Güney, Batı ile Doğu, varsıl ile yoksul arasındaki gelir uçurumu derinleşiyor. Dünya ölçeğinde spekülatif kazanç yolları, yatırım ve üretimi önlüyor. Ücret düzeyleri arasındaki eşitsizlik artarken, istihdam yapısının bozulması nedeniyle, iş güvencesi tehdit altına giriyor.
- Dünyadaki toplam mal ve hizmet üretimi (GSMH) 33 trilyon dolar civarında. Toplam ihracat 6.5 trilyon doların üstünde. Ama dünyada 1 milyar işsiz var.
- 6.2 milyar olan dünya nüfusunun, 5.2 milyarı yoksul. 2025 yılında dünya nüfusunun 7.2 milyarı bulması, yoksul sayısının ise 6 milyarı geçmesi bekleniyor. 1.2 milyar kişi, günde 1 dolarla, 3 milyar kişi de, günde 2 doların altındaki geliriyle yaşamaya çalışıyor. Bu insanların üçte biri Asya’da. 2000’li yıllarda her yıl ortalama 13 milyon kişi, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Oysa bu insanları kurtarmak için kişi başına 5 dolarlık harcama yetiyor.
- Şu anda 1.2 milyar insan gelişmiş ülkelerde yaşıyor, 2050’de de bu sayı aynı olacak. Halen, 5 milyar insan da geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. 2050 yılında yılında ise bu sayı 8.2 milyara ulaşacak. Yani 2050’de dünyada yoksulların sayısı, zenginlerin sayısının yaklaşık 7 katı olacak. Bu gidişle zaman, “Eğer kendi sınırlarımız içinde bir cennet yaratıp, dışarıda bir cehennem oluşmasına göz yumarsak, hayatta kalamayız” diyen eski İngiliz Başbakanı Clement Atlee’yi haklı çıkaracak.
- Dünyada 10 milyondan fazla mülteci, 5 milyondan fazla evsiz insan var.
- BM verilerine göre; son 30 yılda yoksul ülkelerin sayısı 25’ten 49’a çıktı. Bu ülkelerde 610 milyon kişi çok zor koşullarda yaşıyor. Yoksul ülkelere yapılan resmi kalkınma yardımları, 1990’larla birlikte yüzde 45 azaldı.
- Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.5 milyar insanın üçte biri, yani 1.5 milyar insan, içilebilir suya hasret. Her yıl savaş nedeniyle ölen 1 insana karşılık, su yoluyla bulaşan hastalıklar nedeniyle 10 kişi ölüyor. Yani her yıl 5 milyon insan, su yoluyla bulaşan hastalıklar sonucu yaşamını yitiriyor. 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyar 600 milyon kişiye ulaşacağı, gelecekte savaşların su için yapılacağı öngörülüyor.
- Dünyadaki petrol ve doğalgaz rezervleri 50 yıl sonra tükenebilir.
- Bilinen canlı türlerinin yüzde 12’si yokolmak üzere.
- İki milyar insan, yani dünya nüfusunun üçte biri, kansızlık, her 7 kişiden biri açlık çekiyor. Hergün 24 bin kişi açlıktan ölüyor. Her yıl 18 milyon kişi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle ölüyor.
- Saatte 300 kişi AIDS’ten ölüyor. Sıtma her yıl 2.6 milyon insanı öldürüyor.
- AIDS tehlikesi yaşayan Afrika ülkelerinin üretimlerinde 2005 yılında yüzde 14’lük bir düşüş bekleniyor.
- Sağlık harcamalarına ayrılan pay, az gelişmiş ülkelerde GSMH’nın yüzde 1’inin altında. Gelişmiş ülkelerde yüzde 6’nın üstünde. Türkiye’de ise yüzde 3.6.
- En yüksek insani gelişmişlik göstergesine sahip 20 ülke, askeri harcamalarının 3.5 katını eğitime, 4 katını ise sağlığa ayırıyor.
- UNESCO verilerine göre; dünya nüfusunun beşte biri okuma- yazma bilmiyor.
- Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, dünyanın en yoksul 48 ülkesinin GSMH’sından fazla. 475 dolar milyarderinin serveti, dünya nüfusunun yarısının toplam zenginliğine eşit. Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam geliri, 1 trilyon doları geçiyor. En yoksul 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam geliri ise 146 milyar dolar.
- Dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan ülkeler (BM’nin en son 191 üyesi vardı), dünya gelirinin yüzde 80’ini kontrol ediyor. 3 milyardan fazla insanla dünya nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan ülkeler ise dünya gelirinin yüzde 5’ini elde ediyor. Dünya nüfusu yüzde 20’lik 5 dilime ayrılırsa, birinci yüzde 20, dünya gelirinin yüzde 82.7’sini, ikinci yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 11.7’sini, üçüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 2.3’ünü, dördüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 1.9’unu ve beşinci yüzde 20 ise dünya gelirinin yüzde 1.4’ünü alıyor.
- Dünyanın en büyük 500 şirketi, tüm dünya ticaretinin üçte ikisini yürütüyor. En büyük 200 şirketin yıllık satış toplamları, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan 1.5 milyar insanın yıllık gelirinin toplamının 18 katı.
- Mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan 1.3 milyar kişinin yüzde 70’i kadın. 5-6 yaşlarında 6 milyon kız çocuğu işçi olarak çalışıyor. Dünya parlamentolarındaki kadın oranı yüzde 14.
Batı’da durum:
- ABD’nin GSMH’sı 10 trilyon doların üzerinde. İhracatı 800 milyar dolar, ithalatı 1.3 trilyon dolar. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının yıllık 18 bin dolar olduğu ABD’de, 2001 yılı verilerine göre 33 milyon yoksul yaşıyor. Resmi işsizlik oranı Eylül 2002’de yüzde 5.6 olarak açıklandı. 8 trilyon dolarlık ABD milli gelirinin yüzde 30’unu, ülkenin en zengin yüzde 10’luk dilimi kontrol ediyor. Yüzde 20’lik en tepedekiler ise gelirin yüzde 45’ini kontrol ediyor.
- AB’nin toplam GSMH’sı 8 trilyon dolar. İhracatı 1.4 trilyon, ithalatı ise 1.42 trilyon dolar. Avrupa’daki işsiz sayısı 50 milyonu geçiyor.
- Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı 2002- 2003 Küresel Rekabet Raporu’na göre; teknolojik yenilikler açısından dünyada ABD ilk sırada. Teknolojik yenilikte önderlik, uluslararası alanda alınan patent sayısı ve bilimadamı ile mühendis sayısının ülke nüfusuna oranlanmasıyla yapılan hesaba göre; başta elektronik, optik malzeme, yazılım ve motorlu araç sanayi olmak üzere teknolojinin pekçok dalında ABD lider. Türkiye mikro ekonomik sıralamada 54., makro ekonomik endeksde 69.
- ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerde tarım günde toplam 1 milyar dolar sübvanse ediliyor. Yani Batı, “Gelişmiş tarımınız yoksa, gelişmiş gıda sanayiiniz de olmaz” gerçeğini çok iyi biliyor.
Türkiye’de durum:
- Türkiye, saatte 10 trilyon lira faiz ödüyor. Bu hesaba göre; Milli Eğitim Bakanlığı ödeneği 41 günlük, Sağlık Bakanlığı ödeneği 14 günlük, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ödeneği ise 6 günlük faiz ödemesine denk.
- 2003 Dünya Servet Raporu’na göre; Türkiye’de 30 bin dolar milyoneri var.
- Ülkemiz dünya gelir bölüşümünde, en adaletsiz 5 ülke arasında. Nüfusun en zengin yüzde 10’luk bölümü, gelir ya da tüketimden yüzde 32.3 pay alırken, en yoksul yüzde 10, gelir ya da tüketimden yüzde 2.3 pay alıyor. En zengin yüzde 1’lik kesim ise gelirin yüzde 29’una tek başına sahip. En zengin yüzde 1 ile en fakir yüzde 1 arasında 237 kat gelir farkı var. Nüfusun en alt yüzde 40’ı milli gelirin yüzde 13.5’ini alıyor. Ülkemizin doğusu ile batısı arasında milli gelir açısından 14 kat, en alt ve en üst yüzde 20’lik dilimler arasında ise 11 kat fark var. Kısacası, en yoksul yüzde 20, toplam gelirin yüzde 4.9’unu, en varsıl yüzde 20 ise toplam gelirin yüzde 54.9’unu alıyor.
- Ekonomist Mustafa Sönmez’in hesabına göre; ailelerin yüzde 1’ini oluşturan en tepedeki süper zengin kesim, para-sermayenin yüzde 17’sinin sahibi. İkinci sıradaki yüzde 9’luk kesim de eklendiğinde, nüfusun en tepedeki yüzde 10’u, bu gelirin yüzde 41’ini kontrol ediyor. İkinci yüzde 10, piyasanın yüzde 14’ünü denetliyor. Borsadaki 11 milyar doların 8 milyar dolarını, borsadaki 150 bin portföy sahibinin yüzde 1’i kontrol ediyor. Borsada 10 kişi, toplam portföyün yüzde 35’ini kontrol ediyor.
- Aylık yapılan açlık ve yoksulluk sınırı araştırmalarının ortalamasına göre; dört kişilik bir aile için açlık sınırı 500 milyon, yoksulluk sınırı 1 milyar 500 milyon lira dolayında.
- Genel olarak nüfusumuzun yarıya yakını (yüzde 43) yoksulluk, dörtte biri açlık sınırında yaşıyor. Nüfusun yüzde 2.4’ü aşırı yoksul, yani geliri günde 1 doların altında. Yüzde 18’i uluslararası yoksulluk sınırı olarak kabul edilen günlük 2 dolarlık gelir düzeyinin altında. 10 milyonu aşkın yurttaşımız günde 1 dolarlık gıda harcaması yapamıyor. Yoksulların yüzde 42.2’si 0-14 yaş grubundaki çocuklardan oluşuyor. Yoksulların yüzde 26.9’u okur-yazar değil. DİE’nin araştırmasına göre de; 12 milyon kişi, günde 1 doların altında para ile geçinmeye çalışıyor. Bir başka 12 milyon ise günde 2 dolar kazanabiliyor.
- Türkiye’de kişi başına yıllık et tüketimi 27 kilogram, süt ve süt ürünleri tüketimi ise 160 kilogram. Avrupa Birliği ülkelerinde bu miktar ette 87 kilogram, sütte ise 350 kilogram.
- BM 2002 İnsani Kalkınma Raporu’na göre; Türkiye insani gelişmişlik açısından Ermenistan, Beyaz Rusya, Fiji, Libya, Lübnan, Surinam, Kazakistan, Peru, Ukrayna gibi ülkelerin gerisinde. Kişi başına gelir düzeyi, insani kaynakların arttırılması, temel ihtiyaçlar, yaşam düzeyi, politik- toplumsal koşullar ve eğitim durumu gibi göstergelerin de ötesinde, özgürlükler, insani değer ve insanların kalkınmadaki rolü gibi etkenleri de kapsayan insani gelişmişlik kavramı sıralamasında Türkiye 85. sırada. Orta gelişmişlik düzeyi içindeki 84 ülke arasında ise 32. sırada.
- Ülkemizde, sağlıklı içme suyuna ulaşamayanların oranı yüzde 17. Yani 12 milyondan fazla insanımız sağlıklı içme suyundan yoksun. Su kaynaklarını verimli ve tutumlu kullanmayan, aksine hızla tüketen ve kirleten Türkiye’nin, önümüzdeki 25 yılda temiz su sıkıntısıyla karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekiliyor.
- Türkiye, Kasım ve Şubat krizleri sonucu, toplam varlığının üçte birini kaybetti. GSMH’sı üçte bir oranında küçüldü, iç ve dış borçlar üçte bir arttı, ithalat üçte bir oranında azaldı. Hanelerin tüketim harcamaları dolar bazında yüzde 24 azalırken, tüketimi en çok kısılan ürünler gıda harcamaları oldu. Türkiye’de kişi başına borçlar, kişi başına gelirleri geçti.
- Dünya Bankası’nın üzerinde “gizli” ibaresi bulunan raporuna göre; kriz 2.3 milyon kişiyi işsiz bıraktı. Bu sayı, 2001 yılında istihdamın yüzde 10.6’sına denk geliyordu.
- 13 milyon insanımız işsiz. Üç üniversite mezunundan ancak biri iş bulabiliyor. Kentlerde eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde 29.1’e ulaşmış durumda. İşsizlikte OECD dördüncüsüyüz.
- İç ve dış borç toplamı 210 milyar doları geçen Türkiye’de, 1980 sonrası hortumlanan para 120 milyar dolar.
- 2023 yılında 450 milyar dolar ihracat, 550 milyar dolar ithalat yapmayı öngören Türkiye, IMF’ye en fazla borçlu olan ülkeler arasında.
- Birbiriyle yakından ilgili üç sorun olan üretimsizlik, işsizlik ve eşitsizlik belalarını yenemeyen Türkiye, rant, repo, faiz kazançları için, spekülatif kazanç açısından tam bir cennet. Akıllı bir spekülatör, ABD’de 30 yılda kazanacağı faizi, Türkiye’de 6 ayda kazanabiliyor.
- Ankara Ticaret Odası’nın araştırmasına göre; krizlerin de etkisiyle Türkiye’deki kahvehane sayısı 400 bin, meyhane sayısı 15 bine çıkarken, sinemaya gidemeyen ve kitap okuyamayanların sayısı 40 milyonu buldu. Kültür Bakanlığı’na bağlı toplam kütüphane sayısı 1394.
- Ülkemizde 3 milyon çocuk, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Her 3 çocuktan biri çalışıyor. 1.6 milyon çocuk, her türlü iş güvenliğinden ve sağlık koşullarından yoksun çalışıyor.
- Türkiye potansiyelini kullanma ve kaynaklarının katma değerini yükseltme konusunda hem siyasal, hem bilimsel açıdan başarısız. “Sanayi ülkesi olacağız, Avrupa’nın meyva bahçesi olmaya gerek yok” düşüncesiyle tarımı adeta planlı, programlı, kasıtlı olarak çökerten Türkiye, amaçladığı ölçüde bir sanayi ülkesi olamadı. Ama tarımsal olarak çöktü. Bir zamanlar, dünya üzerinde kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olan Türkiye, artık tarımda dışa bağımlı. AB ülkesi olan İtalya, Fransa gibi ülkeler tarıma dayalı sanayinin önemini yıllar önce kavramışken, Türkiye bu alanda yeterli atılımı gösteremedi. Önemli ölçüde küçük aile işletmeleri yani KOBİ oldukları için, ürünün ve paranın geri dönüşü bir yıldan az olduğu için, iklimimiz, coğrafyamız ve toprağımız uygun olduğu için, ülkemizde nüfusun yarısı kırsalda yaşadığı için, önemli bir istihdam kaynağı olduğu için ve stratejik önemi olduğu için önem vermemiz gereken tarıma dayalı sanayiye gerekli yatırımı yapmadık. Yunanistan bizden 4, İspanya 6 kat fazla zeytinyağı üretirken, biz zeytinliklerimizde maden aradık, yol, fabrika, toplu konut yaptık. “Türkiye tarımdan vazgeçsin” diyenler, otomotivde dünya devi olan İtalya’nın tarımdan elde ettiği gelirin, otomotiv sanayisinden elde ettiğine yakın olduğunu gözlerden kaçırdılar.
- Dünyada toplam hacmi 1 trilyon dolar olan stratejik öneme sahip bor rezervlerinin yüzde 85’i Türkiye’de. Türkiye’nin çinko rezervleri de iştah kabartıyor.
- Türkiye’de 580 ayrı noktada toplam 6 bin 500 tonluk altın rezervi bulunuyor. Ve Türkiye bu rezervle Güney Afrika’dan sonra ikinci geliyor. 70 milyar dolar değerindeki altın rezervinin, ekonomiye katılması durumunda 300 milyar dolar katma değer oluşturacağı hesaplanıyor.
- Kimileri, Türkiye’nin ABD uğruna komşularıyla kötü olmasını öneredursunlar, Türkiye’nin ticarette komşularıyla ilişkisi yüzde 5 dolayında. Bu oran AB ülkelerinde yüzde 50.
- Türkiye araştırma- geliştirmede de (ar-ge) geri. Dünyada 25. sırada. 2003 yılında araştırmacı sayısı olarak, 10 bin kişide 15 araştırmacı hedefleyen Türkiye, amacına ulaşamadı, 10 bin kişide 11 araştırmacı oranını yakaladı. Yunanistan’da ise 10 bin kişiye 45 araştırmacı düşüyor. OECD raporuna göre; her bin kişiye, Türkiye’de 1.1, Yunanistan’da 3.8, AB’de 5.8, ABD’de 8.6, Japonya’da ise 9.7 bilimadamı düşüyor. Ülkemizde ar- ge harcamalarının GSMH içindeki payı binde 6. Binde 10’a varmayı amaçlıyoruz. Japonya’da ise bu oran yüzde 3. 1993- 2003 arasında özel teşebbüsün ar-ge yatırımları yüzde 17’den yüzde 36’ya çıktı. İleri teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracatındaki payı yüzde 4. Bu oran İrlanda’da yüzde 47, Arjantin’de yüzde 8. Ülkelerin, teknolojiyi ekonomilerine yansıtma başarısına göre 49 ülkeyi kapsayan sıralamada Türkiye 33. Bu sıralamada ilk 3 ABD, İsveç ve Finlandiya şeklinde.
- Türkiye, sağlık harcamalarına en az pay ayıran ülkelerden biri. Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü’nün araştırmasına göre; Türkiye Gayri Safi Yurt İçi Hasılasından sağlığa yüzde 3.7 pay ayırıyor. Bu oran ile araştırma kapsamındaki 49 ülke arasında 42. sırada. ABD’de bu oran yüzde 12.9, Slovakya’da yüzde 9.1, Slovenya’da yüzde 7.7, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 7.5, Macaristan’da yüzde 6.8, Estonya’da yüzde 6.5, Polonya’da yüzde 6.2.
- Eğitim sisteminin durumu içler acısı. Bazı branşlarda 30 binden çok öğretmen fazlası varken, bazı branşlarda 70 bin öğretmen açğı var. Bazı bölgelerde öğretmen bulunmazken, bazı bölgelerde öğretmen yığılması söz konusu. Eğitimde fırsat eşitliği yok, dengesizlik ve çok başlılık egemen. Nitelik sürekli düşüyor. Türkiye 1990 bütçesinde eğitime yüzde 14.97 pay ayırırken, bu oran 2002’de yüzde 7.69’a geriledi. Eğitim harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya oranı dikkate alındığında, OECD ortalaması yüzde 5.6, Türkiye ortalaması yüzde 4.
- Türkiye nüfusunun yüzde 15’i okuma yazma bilmiyor, bu oran kadınlarda yüzde 23’e yükseliyor.
- Türkiye, çalışma yaşamında verimlilikten uzak görünüyor. İstihdam edilen birim işgücünden elde edilen GSYİH ölçümlerinde, 2001 verilerine göre dolar bazında 8 bin 71 dolar ile, 49 ülke arasında 41. Listede başı çeken Lüksemburg’da ise bu bedel 75 bin 934 dolar. Yani Türkiye, kaynaklarını akılcı ve tutumlu kullanamıyor. Türkiye’yi yıllardır yöneten liberal, özelleştirmeci ve piyasa ekonomisi yanlısı hükümetlerin reform söylemlerine karşın, bürokrasimizin hantal, verimlilik ve saydamlıktan uzak olması, kamu hizmetlerinde zaafa neden oluyor. Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre; Türkiye, devlet bürokrasisinin engelleyici etkisi yönünden, 59 ülke arasında 10. sırada. Türkiye’de işletme faaliyetine ilişkin zamanın yüzde 20’si bürokraside geçiyor. Bir şirketin kurulması için gerekli işlemler en az 2.5 ayda sonuçlanıyor. Yatırımı sonuçlandırabilmek için 172 imza gerekiyor. Enerji sektöründe 14 ayda gerçekleşen bir projenin tüm izinleri ancak 9 yılda tamamlanıyor. Yatırım için gerekli işlemler için harcanan zaman dünyada en çok 180 günken, ülkemizde ortalama 720 gün tutuyor. Bir ticari markanın tescili bizde 14 ay, Avrupa’da 6 ay alıyor.
- Türkiye, yaşadığı ekonomik krizler nedeniyle, küçük orta boy işletmelerin (KOBİ) yaşadığı çöküntüyü bir türlü aşamıyor. AB’de KOBİ gerçeği şöyle; işletmelerin yüzde 95’i, istihdamın yüzde 62’si, üretilen katma değerin yüzde 81’i, yatırım payının yüzde 40’ı, üretim payının yüzde 40’ı, ihracat payının yüzde 35’i, kredi payının yüzde 45’i ve kapasite kullanımının yüzde 80’i. Türkiye’de durum ise, işletmelerin yüzde 99.5’i, istihdamın yüzde 63.5’i, üretilen katma değerin yüzde 32.3’ü, yatırım payının yüzde 26.5’i, üretim payının yüzde 38’i, ihracat payının yüzde 8’i, kredi payının yüzde 4’ü ve kapasite kullanımının yüzde 25.’i. Buna karşın, KOBİ Gelişim Projesi kapsamında Aralık 2001- Mart 2002 arasında yapılan çalışmaya göre; Türkiye’de bir KOBİ açılması için 172 imza gerekiyor. 17’si bakanlık olmak üzere 46 değişik kurum ve kuruluş KOBİ’lere farklı yollardan hizmet sunuyor.
- Türkiye, yılda 70 milyon kamyon toprağını erozyonla kaybediyor.
Sonuç olarak;
Dünyaya sadece Batı’lı ve Batıcı gözlüklerin verdiği açı ile bakmak, bizi sağlıklı bir noktaya götürmüyor. Çözümün “Batı’nın dediğini yapmaktan değil, Batı’nın yaptığını yapmaktan” geçtiğini görmek için de, teleskop sahibi olmaya gerek yok. Biraz tarih bilmek, biraz da ufka bakabilmek yeterli.
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, genç nüfusuyla, Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, Avrupa ile Asya arasında kavşak noktası olan, denge ülke olan, köklü bir tarihsel mirasın, zengin bir uygarlık birikiminin sahibi olan bir büyük ülkenin, bu kadar kolay çözüleceğini, tükeneceğini, itilip kakılacağını, horlanacağını düşünmek büyük bir yanılgı.
Atatürk’ün, daha hayattayken öngörüp, söylediği gibi, “gaflete, dalalete, hatta ihanete” karşın, Atatürk’ün ölümüyle başlayan karşı devrimin tüm şiddetine ve kazandığı mevzilere rağmen, ülkemizde devrimci bir gelenek, kamucu, toplumcu, halkçı ve aydınlanmacı bir birikim, kurtuluşu, başkalarında değil, kendinde arayan güçlü bir damar var.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından 30’a yakın devletin çıktığını anımsarsak, Türkiye’nin, kendi gücüne, kültürel ve tarihsel coğrafyasının büyüklüğüne, etki alanının, yaşam sahasının genişliğine vakıf olması gerektiği net biçimde görülüyor.
Benlikli ve kimlikli politikalarla, tercüme değil telif reçetelerle, aşırma değil yerli malı önerilerle, 19 Mayıs 1919’da yola çıkanların başarısı, 29 Ekim 1923’de kanıtlandı.
“Her mahallede bir milyoner yaratmakla” işe koyulan, “Memleketi küçük Amerika” yapmaya çalışan, “Odunu koysa milletvekili seçtiren”, sonra da “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyerek vekil dalkavukluğu yapan, “Memleketi 70 sente muhtaceden”, “Benzin vardı da, biz mi içtik?” diye soran, “Yollar yürümekle aşınmaz” diye buyuran, “Dün dündür, bugün bugündür” diye kıvıran, “Hele bir 70 milyon olalım” diye dayılanan, “Anayasayı bir kere delmekle birşey olmayacağını” sanan, “Bir koyup üç alan”, “Onun memuru işini bilen” ve “Avrupa Birliği’nin yolunu Diyarbakır’dan geçiren” meydanlarda iş ve ekmek isteyenleri tersleyip, horlayıp, aşağılayan, çiftçiye “Gözünü toprak doyursun” diyen, AB üyeliği hayali uğruna Kıbrıs’ı gözden çıkaran, kafamıza geçirilen çuvalı benimseyen, yolsuzluk dosyaları kabarmış, dokunulmazlıkların arkasına sığınan, asgari ücretin 320 milyon lira olduğu ülkemizde, 6.5 milyar lirayla geçinemeyen politik-acıların ülkemizi 50 yıl içinde getirdikleri noktaya gelince;
Yukarıdaki sayılardan yeterince anlaşılmıyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder