«Asya tipi üretim tarzı» ya da «Asya üretim tarzı» diye adlandırılan kavramın, Türkiye sosyalist hareketi içinde sadece beş yıllık bir geçmişi olduğunu sanıyoruz. 1929-1931 yılları arasında, Tiflis ve Leningrad’da bu kavram üzerinde yapılan tartışmaların, Türkiye sosyalist hareketinde yankı doğurup doğurmadığını; bir yankı doğurmuşsa, bu kavrama karşı ne gibi bir tavır takınıldığını bilmiyoruz.
Bu yıllarda ve daha sonra yayınlanmış, sosyalist dergi, broşür ve kitaplardan, bügün elimizde bulunanlarda, bu tartışmaların herhangi bir izine rastlamak mümkün değil. Daha etraflı ve derin araştırmalar, Türkiye sosyalist düşüncesinin, Asya tipi üretim (ATÜT) Kavramı ve tartışması karşısında aldığı tavır konusunda, bugünkü bilgilerimizi değişikliğe uğratan yeni bulgular ve veriler ortaya koyabilir. Ne var ki, şimdilik, eldeki yayınlara ve Türkiye sosyalist hareketinin bugüne kadarki genel teorisine ve pratiğine bakarak, ATÜT kavramının, Tiflis ve Leningrad tartışmaları sırasında ve daha sonra ele alınmamış ve bu kavrama değinilmemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Marx’ın, ATÜT kavramını tutarlı ve sistemli bir şekilde açıklayan Formen adlı ünlü yazısı, ilk olarak 1939 yılında Moskova’da basıldı. 1948’de, Japonca’ya, çevrildi, 1953’te, doğu Berlin’de yeniden Almanca yayımlandı, 1956’da Italyancaya ve Romenceye, 1964’te İngilizceye, 1966’da Fransızcaya çevrildi. Türkçe çevirisi 1967’de yapıldı. Demek ki, Marx’ın bu kavramı tutarlı ve sistemli bir şekilde açıklayan metni, sosyalist düşünceye, yazılış tarhinden aşağı yukarı seksen beş yıl sonra sunulmuştur. Bu durum, Türkiye sosyalist hareketinin, ATÜT konusuyla ilgilenmeyişini açıklayan bir mazeret olarak düşünülebilir. Ama, Marx ve Engels’in, başka eserlerinde bu kavrama sık sık değindikleri ve çeşitli ülkelerin marksist araştırıcılarının Forme n’in yayınlanmasından önce ATÜT konusunda araştırmalar yaptıkları düşünülecek olursa, Türkiye sosyalist akımının bu konudaki ilgisizliğini açıklamak bir hayli güçleşir. Nitekim, Formen‘in yayınlanmasından önce, 1930’larda, Japonya’da, ATÜT üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştı. Japon marksisti Jiro Hayakawa, 1934’ten İtibaren, bu üretim tarzının, aşiret düzeninin yıkılmasından sonra «haraç rejimi» yada «toplu vergi ödeme rejimi» üzerinde temellenen bir sosyal organizasyonu ifade ettiğini ve bu rejimin, kölecilik yada derebeylik gibi üretim tarzlarından farklı olduğunu ileri sürdü. Öte yandan, 1929-31 yıllarında bu konuda Sovyetlerde yapılan tartışma sonunda, ATÜT, bağımsız bir üretim tarzı olarak kabul edilmediği halde, Plehanov, Lenin, Riyazanov ve Troçki’nin, bu tarihlerden daha önce, ATÜT üzerinde durdukları biliniyordu (yada bilinmesi gerekirdi) İkinci Dünya Savaşından sonra da, çeşitli ülkelerin marksistleri, ATÜT üzerinde durdular. 1960'lardan sonra, bu kavramın marksist düşünce içinde genel bir tartışmaya konu olduğu ve çeşitli araştırmalara temel teşkil ettiği okuyacağınız bu kitaptaki incelemelerde açıkça görülecektir.
Bu durum karşısında, Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT kavramından ve probleminden ancak 1965 yıllarında haberdar olması ve 1920 ile 1965 arasında bu konuya değinmemesi, ilk bakışta, garip görünebilir Türkiye sosyalist hareketi en azından adı dolayısıyla kendisini doğrudan doğruya İlgilendirmesi gereken bu kavram üzerinde niçin durmamıştır? Bu sorunun cevabı, çeşitli açılardan bakılarak cevaplandırılabilir.
İlk akla gelen neden, 1920-60 arasındaki fikri baskılardan ötürü, Türkiye sosyalist hareketinin bu çeşit çalışmalardan haberdar olamayışıdır.
İkinci bir neden, 1920’lerden ve özellikle 1935’ten sonra, sosyalist düşüncenin tek merkezli ve bütün ülkeler için geçerli soyut bir öğreti haline gelmesinde ve bu öğretinin Türkiye sosyalist hareketine yaptığı basınçta aranabilir. Özellikle Stalin’in toplum yapıları gelişmesi hakkında ileri sürdüğü şema, uzun yıllar tek tek ülkelerin toplum ve tarih özelliklerini araştırma yerine genel ve soyut bir şemayla yetinmek eğilimini doğurmuştur. Stalin, toplumların gelişme şemasında, sırasıyla, beş dönemden ya da üretim tarzından (İlkel sınıfsız toplum, kölecilik, feodalite, kapitalizm, sosyalizm) geçildiğini söylüyor ve bunun, bütün toplumlar için, yani evrensel tarih için geçerli olduğunu ileri sürüyordu.
Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT gibi bir kavramla ilgilenmeyişinin bir üçüncü nedeni olarak da, yine baskı rejimi dolayısıyla, pratiğe yeterince inilmesi ve eldeki teorinin pratikle sınanması; pratiğin kıstasına vurulup doğrulanması imkanının mevcut olmayışı ileri sürülebilir.
Ne var ki, probleme yakından bakınca, «haberdar olmayış», «tek merkezli soyut bir düşüncenin ve şemanın basıncı» ve «pratik eksikliği» gibi cevapların, nedenlerden çok sonuçları dile getirdiğini ve bu problemi yeterince aydınlatmadığını görürüz. Soruya cevap gibi görünen bu açıklamalar aslında, birer soru haline dönüşmektedirler, Böylece, «niçin haberdar olunmamıştır?», niçin «tek merkezli soyut düşüncenin ve şemanın etkisi bu ölçüde olmuştur?», niçin «pratik eksikliği ortadan kaldın ¡anlamıştır?» gibi üç ayrı soru karşımıza çıkar. «Haberdar olmayış,» «dış fikri basınç» ve «pratiksizlik», aynı çağlarda, başka ülkeler için de geçerli olduğu halde, ATÜT konusunda ve marksizmle İlgili daha birçok konularda, bu ülkelerin sosyalist düşüncesinde, Türkiye sosyalist akımında görülenden farklı tavır ve tutumların ortaya çıktığını biliyoruz. Öyleyse, analizi daha derine indirerek, Türkiye sosyalist hareketinde, genel olarak marksist öğretiye ve özel olarak ATÜT’e karşı alınan tavrı, bu düşüncenin içinde yer aldığı ekonomik, toplumsal ve tarihi çevreyle açıklamamız gerekir. Böyle bir araştırma, bizi, önce, eski Anadolu toplumunda genel olarak düşünce hayatı ile bu toplumun ekonomik ve tarihi gerçekleri arasındaki ilişkiyi aramaya götürecektir. Daha sonra, bu ilişki üzerinde. Batı dünyasının akılcı ve bilimsel geleneğinin en olgun ürünü olan marksist metod ve dünya görüşünün, Anadolu toplumundaki fikri gelenek ve birikim ile ne gibi bir ilişki kurduğu ve kurabileceği üzerinde düşünmemiz gerekecek. Ayrıca, yine Anadolu toplumu içinde, belli bir dönemde sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olarak ortaya çıkan aydınların, ekonomik ve toplumsal temele dayanan özel yerlerinin ve fonksiyonlarının neler olduğunu; yönetici kadronun aydın zümreleri ve halk ile, sosyalist aydınlar arasındaki ilişkilerin mahiyetini açıklamak zorunlu olacaktır. Başka bir deyişle, Türkiye sosyalist akımının bugüne kadarki genel teori ve pratiğini olduğu gibi ATÜT konusundaki özel davranışını da, dış etkiler kadar ve belki de onlardan daha fazla, iç dinamiğe ve belirlenmelere dayanarak açıklamak zorunda kalacağız.
Eski Anadolu toplumunda ekonomik ve toplumsal yapı gereği, hür ve araştırıcı düşüncenin yani akılcı ve bilimsel düşüncenin karşısında, din ile tutucu ve yanıltıcı ideolojilerin ağır bastığını; bu «geleneksel toplumun>, felsefi ve bilimsel düşünceye uygun bir ortam ve birikimin ortaya çıkmasını önlediğini; son yüzyıllarda, kapitalizmin ve emperyalizmin darbesi altında, aynı toplumun, «batılılaşmam hareketinden kurtuluş umduğunu, ama bu hareketin köke işlemeyen ve sadece hakim zümrelerin iktidarını pekiştirmeye yarayan ideolojik bir silah olduğunu; bundan ötürü, fikir hareketlerinin de yalınkatlıktan kurtulamadığını, başka bir yerde ana hatlarıyla belirtmeye çalışmıştık. Ayrıca, sınıf mücadelesinin ve fert olmanın akılcı düşünce açısından taşıdığı önem üzerinde durduk. Bu açıklamalarla, Batıya yönelme eğiliminin ağır bastığı; kapitalist sınıfı yetiştirmenin amaç olarak kabul edildiği Tanzimat ve Cumhuriyet devirlerinde, çeşitli nedenlerden ötürü (bu nedenlerin başında, eski Anadolu toplumunun ekonomik yapısı yani iç dinamiği ve belirlenmeleri gelmektedir), bu amacın gerçekleştirilemeyişi ve ıslahat yada «devrim» hareketlerinin satıhta kalması dolayısıyla, fikir hayatında yani akılcı ve bilimsel araştırma ve hür düşünce alanında da, köke inmeyen yalınkat akımlarla karşılaşıldığını belirtmek istedik. Başka bir deyişle, Batının kapitalist düzenini özümleyip kendisinin malı haline getiremeyen Anadolu toplumunun, Batının akılcı ve bilimsel düşüncesini de gerektiği gibi özümleyip kendisinin kılamadığını ileri sürdük. Bundan ötürü, burada, Türkiye sosyalist akının Batı akılcılığının en olgun ürünü olan marksizm karşısında da, bu geleneklerin, çerçevenin ve birikimin etkisinde kalarak belli doğrultulara girmiş ve belli tutumlar göstermiş olduğunu söyleyeceğiz. Marksizm gibi en evrensel ve aşıcı bir düşünce bile, ileri sürüldüğü toplumun ekonomik ve tarihi şartlarının etkisinde kalmaktan kurtulamaz. (Önemli olan nokta, marksist düşüncenin içinde ileri sürüldüğü toplum ortamının bu düşünce üzerinde ne ölçüde etki yaptığını kestirmek ve marksizmi yine kendisine döndürerek, yani uygulayarak, sürekli bir teorik ve pratik eleştirmeyle bu belirlenmeleri aşmak; pasiflikten ve belirlenmiş olmaktan, aktifliğe ve belirleyiciliğe geçmektir.) Türkiye sosyalist akımının, içinde bulunduğu toplum şartları, fikri gelenekler ve birikim bakımından, yukarda açıklandığı şekilde belirlenmesine, dışardan gelen «tek merkezli ve soyut sosyalist öğreti»nin etkisi ve ayrıca 1920-60 arasındaki yani Cumhuriyet devrindeki baskı da eklenince (ve böylece pratikten yoksun kalınınca), eleştirme, irdeleme ve ülkenin özel gerçeklerine inme imkanı iyice kaybolmuştur. Bu açıdan ele alınca, Türkiye sosyalist düşüncesinin, ATÜT yada uluslararası resmi sosyalist öğretinin ele almadığı ama marksizmin, dünya görüşü ve metodu gereği her zaman ön planda tuttuğu başka problemler karşısındaki ilgisizliğini anlamak pek güç olmayacaktır.
Geleneksel Anadolu toplumunun fikri yapısının, ülkemizdeki sosyalist düşünce üzerinde belirleyici bir etkisi olduğunu söyledik. Bu ileri sürüşle, şunu kasdettik: Türkiye sosyalist akımı da, tıpkı batıcılık akımı içindeki öteki fikir hareketleri gibi, geçmişin ağır yükü altında, eleştirici, araştırıcı ve tam anlamıyla bilimsel bir düşünce haline gelememiştir; bu nitelikleri taşıdığını ispat edememiştir. Okur, belki de bu yargıyı çok ağır bulacaktır. Düşüncemizi açıklamak için, birkaç somut örnek vereceğiz.
Stalin'in görüşleri, aşağı yukarı otuz beş yıl boyunca, genel sosyalist düşünce üzerinde etkili olmuştu. Tarih alanında, yukarıda sözünü ettiğimiz beş kademeli gelişme şeması, bütün toplumların içinde yer aldıkları kademeleri gösteriyor ve bu aşamaların ardarda gelişi bir zorunluluk olarak düşünülüyordu. Yani herhangi bir toplum, bu üretim tarzlardan biri içinde mutlaka bulunuyor ve İlkel sınıfsız toplum - kölecilik - feodalite - kapitalizm - sosyalizm çizgisi içinde gelişmek zorunluluğunu taşıyordu. Bu görüş, ülkelerinin tarihini bu kademeler içine sıkıştırmayan marksist tarihçilerin, olguları ve gerçekleri zorlamaları; bu şemaya uydurmaları sonucunu doğurdu. Çeşitli ülkelerde 1935-1956 arasında yazılmış marksist tarih kitaplarında bu zorlama açıkça görülür (daha sonra da görülmüştür) Türkiye sosyalist akımı, bu çeşit bir çaba harcamış mıdır? Osmanlı toplumunun kölecilik yada feodalite üretim tarzlarından geçtiğini ileri süren ve bunu tarihi olgularla göstermeye çalışan sistematik eserlerin sayısı, bizde, iki yada üçü geçmez. Ayrıca bunların Osmanlı tarihinin olguları ve bugünkü Türkiye toplumunun durumu açısından başarılı eserler olduğu söylemek de zordur. Bu eserlerde, modem Türk tarihçilerinin sırf ampirik bir zihniyetle ve tarih bilimi metodu açısından yaptıkları tasvir ve tesbitlerin ele alındığı, özümlendiği ve sistemleştirildiği de pek görülmez. Tarih bilimi, çok sayıda araştırıcının ortaya koyduğu ürünlerin bir araya getirilmesini, eleştirilmesini ve senteze ulaştırılmasını gerektiren bir bilimdir. Muhtevasının genişliği ve çeşitliliği bunu gerektirir. Ayrıca, eski tarihçilerin tanıklıklarından ve yabancıların gözlemlerinden de yararlanmak, bütün bunları ekonomik ve toplumsal temellere oturtmak gerekir. Marksist olmayan tarihçilerin tesbit ve tasvirlerini, marksist tarih sentezi İçine almak ve eritmek kaçınılmaz bir ödevdir. Ama yukarıda söylediğimiz gibi, uluslararası resmi sosyalist öğretinin, toplumsal gelişme, devreleşme ve üretim tarzlarının ardarda gelmesi konusunda İleri sürdüğü belli tezleri kabul eden Türkiye sosyalist tarihçileri, zorlamayla da olsa, geçmişimiz hakkında ilgi çekici çalışmalar yapmamışlar ve eserler vermemişlerdir. Biz, bu davranışta, geleneksel Anadolu toplumunun ekonomik ve toplumsal yapısı tarafından belirlenen fikri birikim ve alışkanlığın izlerini görüyoruz. Bu davranış, batıcı fikir hareketlerinde görüldüğü gibi, hakikati aramaktan çok «hakikatin elde olduğu» düşüncesine dayanmaktadır. Böylece, dış fikri basıncın da etkisiyle, «soyut ve resmi» hakikatin, özel bir muhtevada, yani Türkiye tarihinde gerektiği gibi aranmasına ve örneklendirilmesine bile kalkışılmamıştır. Uluslararası sosyalist düşüncenin dogmatizm doğrultusuna girmesi, bizim iç nedenlerimizin de etkisiyle, Türkiye sosyalist akımını, somut gerçeğe ve olgulara yönelmekten; eleştirme, irdeleme, arama ve bulma çabasından iyice uzaklaştırmıştı. Tarih bilimi alanındaki bu tutumun sonucu, sosyalist akımın strateji ve taktiğini kesin olarak belirlemiştir. Bu belirleniş, «geçmiş»in anlaşılmamasından ötürü, «bugün»ün yeterince kavranmamasında ve tam anlamıyla etkin bir devrimci pratiğin ortaya konulmamasında kendini gösterir. Bütün samimiyete, fedakarlığa ve yiğitliğe rağmen, Türkiye sosyalist akımı, 1920-60 arasında işçi sınıfına, emekçilere ve halk kitlelerine gerektiği gibi kök salamayan bir akım olarak kalmıştır. Bu durum, pratikteki aksaklığın, teoriyi yeniden belirlemesine yol açmış; teori gittikçe soyutlaşmak, içine kapanmak ve ayağını yerden kesmek durumuna düşmüş teorinin bu aksaklığı, pratiğe yeniden yansıyarak fasit daire sürekli olarak yenilenmiş ve aşılmamıştır.
Ülkenin geçmişinin ve somut gerçeklerinin gerektiği gibi tanınmaması, Türkiye sosyalist akımının, hakim sınıf ve zümrelerin ideolojisi ile kurduğu fikri ilişkide de kendini gösterir. Hakim sınıf ve zümrelerin, Cumhuriyet devri boyunca çeşitli yollarla (devlet gücü, eğitim, basın, v,b.) yaydıkları ve kabul ettirdikleri belli görüşler ve değerler, sosyalist düşünce içine sızmış ve eleştirmeden geçirilmediği için, bu düşüncenin bir parçası haline gelmiştir. Mesela sosyalist akım, pratikte, Cumhuriyet devri yönetimi ile çatıştığı ve baskıya maruz kaldığı halde, teoride, Anadolu toplumunun geçmişine, sınıf mücadelesine, sınıfların kişiliğine ve yerine, yine Cumhuriyet devri ideolojisi içinden bakmış; bu devrin ideolojisi yerine, kendi eleştirici ve aşıcı bilimsel kavramlarını ve açıklamalarını koyamamıştır. Bu fikri kargaşa günümüze kadar devam etmiştir ve hâlâ sürmektedir. Sosyalist düşüncenin bugün de, kapsayıcı ve bilimsel bir teori olarak, Anadolu toplumunun geçmişini ve bugününü bağımsız bir açıklama sistemi İçine sokamadığını görüyoruz. Nitekim, Cumhuriyet devri ideolojisinin (ki kökleri çok daha gerilere uzanır), «batıcılık», «ilericilik-gericilik», «laiklik-yobazlık», «şarklılık», «halkçılık», «devletçilik», v,b. konusunda ileri sürdüğü ideolojik görüşler ve değer yargıları köklü bir eleştirmeden geçirilmemiş; bunların altında yatan ve kimi zaman taşıdıkları anlamın tam tersini ifade eden nesnel (objektif) durumları ve pratikleri ifade eden aldatıcı kavramlar oldukları bilimsel olarak gösterilmemiştir. Cumhuriyet devri ideolojisi ve yarattığı mitoslar, devrimci eylemin şartı olan «ülkenin Özelliklerini kavramak»ı imkansız kıldığı için, sosyalist düşünceyi teori bakımından sakatlamakta ve pratik bakımdan bu düşüncenin halka kök salmasını engellemektedir. Çünkü, halk, hakim sınıf ve zümrelerin ideolojilerinden yada yargılarından sıyrılmamış ve onların tutumunu bir yana bırakarak kendi öz tutumunu yaratamamış olan kimseyi, yanılmaz sezgisiyle hemen fark etmekte ve yerine koymaktadır. Bu durum bizi bir başka somut probleme, yani sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olan kadrolarla emekçi kitleler arasındaki ilişki problemine götürmektedir. Sosyalist düşüncenin, halk kitleleri içinde kendiliğinden ortaya çıkmadığı ve dışardan yani bu düşünceyi öğrenip hazmetme imkanına sahip aydınlar ya da başka sınıflardan gelen devrimciler tarafından «taşındığı» bir gerçektir. Ama öteden beri bizim ülkemizde, aydının ya da okumuşun, toplumsal ve tarihi şartlar dolayısıyla çoğunlukla hakim zümreler yanında bulunmuş ve halk ile aydının arasının iyice açılmış olması, bu «taşıma» ve «bilinçlendirme» işini daha da güçleştiren bir özelliktir. Toplum gelenekleri ve birikimi, okumuş insanı, sosyalist düşüncenin taşıyıcısı da olsa, farkına varmadan, halktan ırak düşürmekte, ortak dilin bulunmasını güçleştirmekte, devletin ya da yönetici kadronun temsilcisi olan bir «yaban» haline dönüştürmektedir. (Halkın içinden çıkan devrimciler için bile bu durumun geçerli olduğu söylenebilir.) Bu durum, bizim toplumsal geçmişimizin bir kalıntısıdır ve hem halkın hem de okumuşun yukarda açıklanan doğrultuda şartlanması sonucunu doğurmaktadır. Bütün bu güçlüklerin aşılması, şüphesiz ki, İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik, toplumsal ve tarihi gerçeklerinin somut bir şekilde derinlemesine kavranmasına; bu kavrayış içinde yanıltıcı ideolojik görüşlerden sıyrılmaya (hem düşünce, hem duygu, hem davranış olarak) yani kendinin - bilincine tam anlamıyla ermeye ve bu bilinci hem teori hem de pratikte gerçekleştirmeğe bağlıdır. Yani eskilerin deyişiyle önce «bilme» ve «olma» uğraklarına varmaya bağlıdır. Ancak o zaman teorik aksaklıklar ve pratik güçlükler yenilebilir. Başka bir deyişle, Türkiye'de sosyalist düşüncesinin taşıyıcısı olan güçler, hakim sınıf ve zümrelerin içinde bulunduğu durumdan, yani halktan kopmuşluk ve halka yabancı olma durumundan kurtulmak zorundadır. Bu kopmuşluk ve yabancılık ortadan kaldırılmadıkça, hakim sınıf ve zümreler arasındaki klik çatışmaları ve bölünmeler daha küçük çapta ama çok daha kötü sonuçlar doğuracak şekilde sosyalist düşüncenin temsilcileri arasında kendini sürekli olarak gösterecektir. Bu durumdan kurtulmanın biricik yolu, ülke gerçeklerine ve özelliklerine bilimsel açıdan eğilmek; yanıltıcı ideolojik görüş, yargı ve davranışlardan kurtulmak, doğru devrimci teori ve pratiği bulup uygulamak ve böylece, sosyalist eylemi yuvasına oturtmaktır.
Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT problemi karşısındaki tutumu ve bu tutumun nedenleri hakkında yaptığımız bu kısa analiz, bizi, ATÜT'ün, bugün, marksist metot ve araştırma açısından taşıdığı önem problemine getirmektedir. Yukarda açıklananlar göz önünde tutulunca, bir araştırma varsayımı (faraziyesi) olarak ele alınacak olan bu üretim tarzı kategorisinin önemi kendiliğinden ortaya çıkar. ATÜT'le ilgilenmenin çeşitli eğilimlerden doğduğu ileri sürülebilir. Nitekim Batı’da, özellikle Fransız marksistleri arasında, bu konu, Marx’ın, üzerinde gerektiği gibi durulmamış veya politik nedenlerden ötürü bir yana atılmış bir görüşünün ortaya çıkarılması amacıyla ele alınmıştır. Bu arada, uzun yıllar etkisini göstermiş olan dogmatik marksist anlayıştan sıyrılmak ve evrensel tarihe daha geniş bir çerçeveden bakmak eğiliminin de etkili olduğu söylenebilir. Her iki durumda da, batı marksistlerinin soruya yaklaşmaları, genellikle teorik zorunluluktan ötürüdür. Bizde ise, ATÜT’e karşı duyulan ilgi bu çeşit teorik bir arayışın yanı sıra, aslında Türkiye sosyalist akımının pratikteki aksaklıklarının gözlenmesinden ve Türkiye gerçekleri ile klasik şemaların uzlaştırılması konusunda güçlük çekilmesinden doğmuştur. Türkiye toplumunun geçmişini ve bugününü marksist teorinin kaynaklarına inerek ve marksist metodu kullanarak bilimsel açıdan incelemek konusunda, ATÜT’ün yararlı bir varsayım olabileceği düşünülmüştür. Okuyacağınız bu kitapta, çeşitli ülkelerde, bu tür çalışmaların marksistler tarafından yapıldığını göreceksiniz.
Şüphesiz ki, araştırmaların bu döneminde, ATÜT, Türkiye toplumunun geçmişi ve bugünü hakkında ancak bir bilimsel çalışma ve araştırma varsayımı niteliği taşıyabilir. Ayrıca, ATÜTün, zamanla, dış etkiler ve özellikle kapitalizm darbesi altında kendine has bir başka biçime dönüşmüş olduğu yani S. Divıtçİoğlu’nun deyimiyle «bozuk ATÜT» haline gelmiş olduğunu kabul etmek ve varsayımı soyut bir şekilde ele almamak ta gereklidir, öte yandan, çağdaş Türkiye tarihçilerinin yaptıkları incelemeler (Ö. L. Barkan, H. İnalcık, M. Akdağ, N. Berkes), ampirik açıdan, böyle bir varsayımın genel çerçevesi içinde yer alabilecek niteliktedir. Ayrıca, günümüz gerçeklerinin analizinden hareket ettikleri gibi tarihi perspektifi de temel olarak alan ve maddi (ekonomik) şartların İncelenmesini bilimsel açıklamanın yol göstericisi olarak kullanan araştırıcılar (S. Divitçioğlu, T Küçükömer, T- Çavdar, 1. Cem, M. Sencer), ATÜT doğrultusunda verdikleri somutlayıcı eserlerle dikkati çekiyorlar.
Bu çalışmaların genişlemesi, derinleşmesi, Türkiye’de marksist düşünceye yeni açılımlar getirebilir. Unutmamak gerekir ki, marksist düşünce sadece politik teori ve politik pratik değildir, Marksist düşünce, İnsan bilgisinin ve yaratışının bütün alanlarını kapsamak, kendisinden önce ortaya konulan bütün ürünleri özümleyerek aşmak; her alanda bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olan bir düşüncedir. İlk ağızda, politik açıdan geçerli ve eyleme temel teşkil edecek ilkeleri ileri süremese de, marksist ilkelere ve metoda uygun çalışmaların, daha sonraları hem teoriye hem pratiğe yepyeni ve geniş ufuklar açması ya da eski düşünceleri zenginleştirip yeni bir senteze varılmasına önayak olması da mümkündür. Marx’in dediği gibi, «sadece hakikat devrimcidir» Ama hakikat, dışarıdan kolaylıkla ithal edilemeyen; bilimsel araştırmalar ve çabalarla «somut»un ve «özel»in içinden çıkarılması gereken bir şeydir ve hiçbir zaman sadece «soyut» değildir.
Selahattin Hilâv
Bu yıllarda ve daha sonra yayınlanmış, sosyalist dergi, broşür ve kitaplardan, bügün elimizde bulunanlarda, bu tartışmaların herhangi bir izine rastlamak mümkün değil. Daha etraflı ve derin araştırmalar, Türkiye sosyalist düşüncesinin, Asya tipi üretim (ATÜT) Kavramı ve tartışması karşısında aldığı tavır konusunda, bugünkü bilgilerimizi değişikliğe uğratan yeni bulgular ve veriler ortaya koyabilir. Ne var ki, şimdilik, eldeki yayınlara ve Türkiye sosyalist hareketinin bugüne kadarki genel teorisine ve pratiğine bakarak, ATÜT kavramının, Tiflis ve Leningrad tartışmaları sırasında ve daha sonra ele alınmamış ve bu kavrama değinilmemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Marx’ın, ATÜT kavramını tutarlı ve sistemli bir şekilde açıklayan Formen adlı ünlü yazısı, ilk olarak 1939 yılında Moskova’da basıldı. 1948’de, Japonca’ya, çevrildi, 1953’te, doğu Berlin’de yeniden Almanca yayımlandı, 1956’da Italyancaya ve Romenceye, 1964’te İngilizceye, 1966’da Fransızcaya çevrildi. Türkçe çevirisi 1967’de yapıldı. Demek ki, Marx’ın bu kavramı tutarlı ve sistemli bir şekilde açıklayan metni, sosyalist düşünceye, yazılış tarhinden aşağı yukarı seksen beş yıl sonra sunulmuştur. Bu durum, Türkiye sosyalist hareketinin, ATÜT konusuyla ilgilenmeyişini açıklayan bir mazeret olarak düşünülebilir. Ama, Marx ve Engels’in, başka eserlerinde bu kavrama sık sık değindikleri ve çeşitli ülkelerin marksist araştırıcılarının Forme n’in yayınlanmasından önce ATÜT konusunda araştırmalar yaptıkları düşünülecek olursa, Türkiye sosyalist akımının bu konudaki ilgisizliğini açıklamak bir hayli güçleşir. Nitekim, Formen‘in yayınlanmasından önce, 1930’larda, Japonya’da, ATÜT üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştı. Japon marksisti Jiro Hayakawa, 1934’ten İtibaren, bu üretim tarzının, aşiret düzeninin yıkılmasından sonra «haraç rejimi» yada «toplu vergi ödeme rejimi» üzerinde temellenen bir sosyal organizasyonu ifade ettiğini ve bu rejimin, kölecilik yada derebeylik gibi üretim tarzlarından farklı olduğunu ileri sürdü. Öte yandan, 1929-31 yıllarında bu konuda Sovyetlerde yapılan tartışma sonunda, ATÜT, bağımsız bir üretim tarzı olarak kabul edilmediği halde, Plehanov, Lenin, Riyazanov ve Troçki’nin, bu tarihlerden daha önce, ATÜT üzerinde durdukları biliniyordu (yada bilinmesi gerekirdi) İkinci Dünya Savaşından sonra da, çeşitli ülkelerin marksistleri, ATÜT üzerinde durdular. 1960'lardan sonra, bu kavramın marksist düşünce içinde genel bir tartışmaya konu olduğu ve çeşitli araştırmalara temel teşkil ettiği okuyacağınız bu kitaptaki incelemelerde açıkça görülecektir.
Bu durum karşısında, Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT kavramından ve probleminden ancak 1965 yıllarında haberdar olması ve 1920 ile 1965 arasında bu konuya değinmemesi, ilk bakışta, garip görünebilir Türkiye sosyalist hareketi en azından adı dolayısıyla kendisini doğrudan doğruya İlgilendirmesi gereken bu kavram üzerinde niçin durmamıştır? Bu sorunun cevabı, çeşitli açılardan bakılarak cevaplandırılabilir.
İlk akla gelen neden, 1920-60 arasındaki fikri baskılardan ötürü, Türkiye sosyalist hareketinin bu çeşit çalışmalardan haberdar olamayışıdır.
İkinci bir neden, 1920’lerden ve özellikle 1935’ten sonra, sosyalist düşüncenin tek merkezli ve bütün ülkeler için geçerli soyut bir öğreti haline gelmesinde ve bu öğretinin Türkiye sosyalist hareketine yaptığı basınçta aranabilir. Özellikle Stalin’in toplum yapıları gelişmesi hakkında ileri sürdüğü şema, uzun yıllar tek tek ülkelerin toplum ve tarih özelliklerini araştırma yerine genel ve soyut bir şemayla yetinmek eğilimini doğurmuştur. Stalin, toplumların gelişme şemasında, sırasıyla, beş dönemden ya da üretim tarzından (İlkel sınıfsız toplum, kölecilik, feodalite, kapitalizm, sosyalizm) geçildiğini söylüyor ve bunun, bütün toplumlar için, yani evrensel tarih için geçerli olduğunu ileri sürüyordu.
Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT gibi bir kavramla ilgilenmeyişinin bir üçüncü nedeni olarak da, yine baskı rejimi dolayısıyla, pratiğe yeterince inilmesi ve eldeki teorinin pratikle sınanması; pratiğin kıstasına vurulup doğrulanması imkanının mevcut olmayışı ileri sürülebilir.
Ne var ki, probleme yakından bakınca, «haberdar olmayış», «tek merkezli soyut bir düşüncenin ve şemanın basıncı» ve «pratik eksikliği» gibi cevapların, nedenlerden çok sonuçları dile getirdiğini ve bu problemi yeterince aydınlatmadığını görürüz. Soruya cevap gibi görünen bu açıklamalar aslında, birer soru haline dönüşmektedirler, Böylece, «niçin haberdar olunmamıştır?», niçin «tek merkezli soyut düşüncenin ve şemanın etkisi bu ölçüde olmuştur?», niçin «pratik eksikliği ortadan kaldın ¡anlamıştır?» gibi üç ayrı soru karşımıza çıkar. «Haberdar olmayış,» «dış fikri basınç» ve «pratiksizlik», aynı çağlarda, başka ülkeler için de geçerli olduğu halde, ATÜT konusunda ve marksizmle İlgili daha birçok konularda, bu ülkelerin sosyalist düşüncesinde, Türkiye sosyalist akımında görülenden farklı tavır ve tutumların ortaya çıktığını biliyoruz. Öyleyse, analizi daha derine indirerek, Türkiye sosyalist hareketinde, genel olarak marksist öğretiye ve özel olarak ATÜT’e karşı alınan tavrı, bu düşüncenin içinde yer aldığı ekonomik, toplumsal ve tarihi çevreyle açıklamamız gerekir. Böyle bir araştırma, bizi, önce, eski Anadolu toplumunda genel olarak düşünce hayatı ile bu toplumun ekonomik ve tarihi gerçekleri arasındaki ilişkiyi aramaya götürecektir. Daha sonra, bu ilişki üzerinde. Batı dünyasının akılcı ve bilimsel geleneğinin en olgun ürünü olan marksist metod ve dünya görüşünün, Anadolu toplumundaki fikri gelenek ve birikim ile ne gibi bir ilişki kurduğu ve kurabileceği üzerinde düşünmemiz gerekecek. Ayrıca, yine Anadolu toplumu içinde, belli bir dönemde sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olarak ortaya çıkan aydınların, ekonomik ve toplumsal temele dayanan özel yerlerinin ve fonksiyonlarının neler olduğunu; yönetici kadronun aydın zümreleri ve halk ile, sosyalist aydınlar arasındaki ilişkilerin mahiyetini açıklamak zorunlu olacaktır. Başka bir deyişle, Türkiye sosyalist akımının bugüne kadarki genel teori ve pratiğini olduğu gibi ATÜT konusundaki özel davranışını da, dış etkiler kadar ve belki de onlardan daha fazla, iç dinamiğe ve belirlenmelere dayanarak açıklamak zorunda kalacağız.
Eski Anadolu toplumunda ekonomik ve toplumsal yapı gereği, hür ve araştırıcı düşüncenin yani akılcı ve bilimsel düşüncenin karşısında, din ile tutucu ve yanıltıcı ideolojilerin ağır bastığını; bu «geleneksel toplumun>, felsefi ve bilimsel düşünceye uygun bir ortam ve birikimin ortaya çıkmasını önlediğini; son yüzyıllarda, kapitalizmin ve emperyalizmin darbesi altında, aynı toplumun, «batılılaşmam hareketinden kurtuluş umduğunu, ama bu hareketin köke işlemeyen ve sadece hakim zümrelerin iktidarını pekiştirmeye yarayan ideolojik bir silah olduğunu; bundan ötürü, fikir hareketlerinin de yalınkatlıktan kurtulamadığını, başka bir yerde ana hatlarıyla belirtmeye çalışmıştık. Ayrıca, sınıf mücadelesinin ve fert olmanın akılcı düşünce açısından taşıdığı önem üzerinde durduk. Bu açıklamalarla, Batıya yönelme eğiliminin ağır bastığı; kapitalist sınıfı yetiştirmenin amaç olarak kabul edildiği Tanzimat ve Cumhuriyet devirlerinde, çeşitli nedenlerden ötürü (bu nedenlerin başında, eski Anadolu toplumunun ekonomik yapısı yani iç dinamiği ve belirlenmeleri gelmektedir), bu amacın gerçekleştirilemeyişi ve ıslahat yada «devrim» hareketlerinin satıhta kalması dolayısıyla, fikir hayatında yani akılcı ve bilimsel araştırma ve hür düşünce alanında da, köke inmeyen yalınkat akımlarla karşılaşıldığını belirtmek istedik. Başka bir deyişle, Batının kapitalist düzenini özümleyip kendisinin malı haline getiremeyen Anadolu toplumunun, Batının akılcı ve bilimsel düşüncesini de gerektiği gibi özümleyip kendisinin kılamadığını ileri sürdük. Bundan ötürü, burada, Türkiye sosyalist akının Batı akılcılığının en olgun ürünü olan marksizm karşısında da, bu geleneklerin, çerçevenin ve birikimin etkisinde kalarak belli doğrultulara girmiş ve belli tutumlar göstermiş olduğunu söyleyeceğiz. Marksizm gibi en evrensel ve aşıcı bir düşünce bile, ileri sürüldüğü toplumun ekonomik ve tarihi şartlarının etkisinde kalmaktan kurtulamaz. (Önemli olan nokta, marksist düşüncenin içinde ileri sürüldüğü toplum ortamının bu düşünce üzerinde ne ölçüde etki yaptığını kestirmek ve marksizmi yine kendisine döndürerek, yani uygulayarak, sürekli bir teorik ve pratik eleştirmeyle bu belirlenmeleri aşmak; pasiflikten ve belirlenmiş olmaktan, aktifliğe ve belirleyiciliğe geçmektir.) Türkiye sosyalist akımının, içinde bulunduğu toplum şartları, fikri gelenekler ve birikim bakımından, yukarda açıklandığı şekilde belirlenmesine, dışardan gelen «tek merkezli ve soyut sosyalist öğreti»nin etkisi ve ayrıca 1920-60 arasındaki yani Cumhuriyet devrindeki baskı da eklenince (ve böylece pratikten yoksun kalınınca), eleştirme, irdeleme ve ülkenin özel gerçeklerine inme imkanı iyice kaybolmuştur. Bu açıdan ele alınca, Türkiye sosyalist düşüncesinin, ATÜT yada uluslararası resmi sosyalist öğretinin ele almadığı ama marksizmin, dünya görüşü ve metodu gereği her zaman ön planda tuttuğu başka problemler karşısındaki ilgisizliğini anlamak pek güç olmayacaktır.
Geleneksel Anadolu toplumunun fikri yapısının, ülkemizdeki sosyalist düşünce üzerinde belirleyici bir etkisi olduğunu söyledik. Bu ileri sürüşle, şunu kasdettik: Türkiye sosyalist akımı da, tıpkı batıcılık akımı içindeki öteki fikir hareketleri gibi, geçmişin ağır yükü altında, eleştirici, araştırıcı ve tam anlamıyla bilimsel bir düşünce haline gelememiştir; bu nitelikleri taşıdığını ispat edememiştir. Okur, belki de bu yargıyı çok ağır bulacaktır. Düşüncemizi açıklamak için, birkaç somut örnek vereceğiz.
Stalin'in görüşleri, aşağı yukarı otuz beş yıl boyunca, genel sosyalist düşünce üzerinde etkili olmuştu. Tarih alanında, yukarıda sözünü ettiğimiz beş kademeli gelişme şeması, bütün toplumların içinde yer aldıkları kademeleri gösteriyor ve bu aşamaların ardarda gelişi bir zorunluluk olarak düşünülüyordu. Yani herhangi bir toplum, bu üretim tarzlardan biri içinde mutlaka bulunuyor ve İlkel sınıfsız toplum - kölecilik - feodalite - kapitalizm - sosyalizm çizgisi içinde gelişmek zorunluluğunu taşıyordu. Bu görüş, ülkelerinin tarihini bu kademeler içine sıkıştırmayan marksist tarihçilerin, olguları ve gerçekleri zorlamaları; bu şemaya uydurmaları sonucunu doğurdu. Çeşitli ülkelerde 1935-1956 arasında yazılmış marksist tarih kitaplarında bu zorlama açıkça görülür (daha sonra da görülmüştür) Türkiye sosyalist akımı, bu çeşit bir çaba harcamış mıdır? Osmanlı toplumunun kölecilik yada feodalite üretim tarzlarından geçtiğini ileri süren ve bunu tarihi olgularla göstermeye çalışan sistematik eserlerin sayısı, bizde, iki yada üçü geçmez. Ayrıca bunların Osmanlı tarihinin olguları ve bugünkü Türkiye toplumunun durumu açısından başarılı eserler olduğu söylemek de zordur. Bu eserlerde, modem Türk tarihçilerinin sırf ampirik bir zihniyetle ve tarih bilimi metodu açısından yaptıkları tasvir ve tesbitlerin ele alındığı, özümlendiği ve sistemleştirildiği de pek görülmez. Tarih bilimi, çok sayıda araştırıcının ortaya koyduğu ürünlerin bir araya getirilmesini, eleştirilmesini ve senteze ulaştırılmasını gerektiren bir bilimdir. Muhtevasının genişliği ve çeşitliliği bunu gerektirir. Ayrıca, eski tarihçilerin tanıklıklarından ve yabancıların gözlemlerinden de yararlanmak, bütün bunları ekonomik ve toplumsal temellere oturtmak gerekir. Marksist olmayan tarihçilerin tesbit ve tasvirlerini, marksist tarih sentezi İçine almak ve eritmek kaçınılmaz bir ödevdir. Ama yukarıda söylediğimiz gibi, uluslararası resmi sosyalist öğretinin, toplumsal gelişme, devreleşme ve üretim tarzlarının ardarda gelmesi konusunda İleri sürdüğü belli tezleri kabul eden Türkiye sosyalist tarihçileri, zorlamayla da olsa, geçmişimiz hakkında ilgi çekici çalışmalar yapmamışlar ve eserler vermemişlerdir. Biz, bu davranışta, geleneksel Anadolu toplumunun ekonomik ve toplumsal yapısı tarafından belirlenen fikri birikim ve alışkanlığın izlerini görüyoruz. Bu davranış, batıcı fikir hareketlerinde görüldüğü gibi, hakikati aramaktan çok «hakikatin elde olduğu» düşüncesine dayanmaktadır. Böylece, dış fikri basıncın da etkisiyle, «soyut ve resmi» hakikatin, özel bir muhtevada, yani Türkiye tarihinde gerektiği gibi aranmasına ve örneklendirilmesine bile kalkışılmamıştır. Uluslararası sosyalist düşüncenin dogmatizm doğrultusuna girmesi, bizim iç nedenlerimizin de etkisiyle, Türkiye sosyalist akımını, somut gerçeğe ve olgulara yönelmekten; eleştirme, irdeleme, arama ve bulma çabasından iyice uzaklaştırmıştı. Tarih bilimi alanındaki bu tutumun sonucu, sosyalist akımın strateji ve taktiğini kesin olarak belirlemiştir. Bu belirleniş, «geçmiş»in anlaşılmamasından ötürü, «bugün»ün yeterince kavranmamasında ve tam anlamıyla etkin bir devrimci pratiğin ortaya konulmamasında kendini gösterir. Bütün samimiyete, fedakarlığa ve yiğitliğe rağmen, Türkiye sosyalist akımı, 1920-60 arasında işçi sınıfına, emekçilere ve halk kitlelerine gerektiği gibi kök salamayan bir akım olarak kalmıştır. Bu durum, pratikteki aksaklığın, teoriyi yeniden belirlemesine yol açmış; teori gittikçe soyutlaşmak, içine kapanmak ve ayağını yerden kesmek durumuna düşmüş teorinin bu aksaklığı, pratiğe yeniden yansıyarak fasit daire sürekli olarak yenilenmiş ve aşılmamıştır.
Ülkenin geçmişinin ve somut gerçeklerinin gerektiği gibi tanınmaması, Türkiye sosyalist akımının, hakim sınıf ve zümrelerin ideolojisi ile kurduğu fikri ilişkide de kendini gösterir. Hakim sınıf ve zümrelerin, Cumhuriyet devri boyunca çeşitli yollarla (devlet gücü, eğitim, basın, v,b.) yaydıkları ve kabul ettirdikleri belli görüşler ve değerler, sosyalist düşünce içine sızmış ve eleştirmeden geçirilmediği için, bu düşüncenin bir parçası haline gelmiştir. Mesela sosyalist akım, pratikte, Cumhuriyet devri yönetimi ile çatıştığı ve baskıya maruz kaldığı halde, teoride, Anadolu toplumunun geçmişine, sınıf mücadelesine, sınıfların kişiliğine ve yerine, yine Cumhuriyet devri ideolojisi içinden bakmış; bu devrin ideolojisi yerine, kendi eleştirici ve aşıcı bilimsel kavramlarını ve açıklamalarını koyamamıştır. Bu fikri kargaşa günümüze kadar devam etmiştir ve hâlâ sürmektedir. Sosyalist düşüncenin bugün de, kapsayıcı ve bilimsel bir teori olarak, Anadolu toplumunun geçmişini ve bugününü bağımsız bir açıklama sistemi İçine sokamadığını görüyoruz. Nitekim, Cumhuriyet devri ideolojisinin (ki kökleri çok daha gerilere uzanır), «batıcılık», «ilericilik-gericilik», «laiklik-yobazlık», «şarklılık», «halkçılık», «devletçilik», v,b. konusunda ileri sürdüğü ideolojik görüşler ve değer yargıları köklü bir eleştirmeden geçirilmemiş; bunların altında yatan ve kimi zaman taşıdıkları anlamın tam tersini ifade eden nesnel (objektif) durumları ve pratikleri ifade eden aldatıcı kavramlar oldukları bilimsel olarak gösterilmemiştir. Cumhuriyet devri ideolojisi ve yarattığı mitoslar, devrimci eylemin şartı olan «ülkenin Özelliklerini kavramak»ı imkansız kıldığı için, sosyalist düşünceyi teori bakımından sakatlamakta ve pratik bakımdan bu düşüncenin halka kök salmasını engellemektedir. Çünkü, halk, hakim sınıf ve zümrelerin ideolojilerinden yada yargılarından sıyrılmamış ve onların tutumunu bir yana bırakarak kendi öz tutumunu yaratamamış olan kimseyi, yanılmaz sezgisiyle hemen fark etmekte ve yerine koymaktadır. Bu durum bizi bir başka somut probleme, yani sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olan kadrolarla emekçi kitleler arasındaki ilişki problemine götürmektedir. Sosyalist düşüncenin, halk kitleleri içinde kendiliğinden ortaya çıkmadığı ve dışardan yani bu düşünceyi öğrenip hazmetme imkanına sahip aydınlar ya da başka sınıflardan gelen devrimciler tarafından «taşındığı» bir gerçektir. Ama öteden beri bizim ülkemizde, aydının ya da okumuşun, toplumsal ve tarihi şartlar dolayısıyla çoğunlukla hakim zümreler yanında bulunmuş ve halk ile aydının arasının iyice açılmış olması, bu «taşıma» ve «bilinçlendirme» işini daha da güçleştiren bir özelliktir. Toplum gelenekleri ve birikimi, okumuş insanı, sosyalist düşüncenin taşıyıcısı da olsa, farkına varmadan, halktan ırak düşürmekte, ortak dilin bulunmasını güçleştirmekte, devletin ya da yönetici kadronun temsilcisi olan bir «yaban» haline dönüştürmektedir. (Halkın içinden çıkan devrimciler için bile bu durumun geçerli olduğu söylenebilir.) Bu durum, bizim toplumsal geçmişimizin bir kalıntısıdır ve hem halkın hem de okumuşun yukarda açıklanan doğrultuda şartlanması sonucunu doğurmaktadır. Bütün bu güçlüklerin aşılması, şüphesiz ki, İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik, toplumsal ve tarihi gerçeklerinin somut bir şekilde derinlemesine kavranmasına; bu kavrayış içinde yanıltıcı ideolojik görüşlerden sıyrılmaya (hem düşünce, hem duygu, hem davranış olarak) yani kendinin - bilincine tam anlamıyla ermeye ve bu bilinci hem teori hem de pratikte gerçekleştirmeğe bağlıdır. Yani eskilerin deyişiyle önce «bilme» ve «olma» uğraklarına varmaya bağlıdır. Ancak o zaman teorik aksaklıklar ve pratik güçlükler yenilebilir. Başka bir deyişle, Türkiye'de sosyalist düşüncesinin taşıyıcısı olan güçler, hakim sınıf ve zümrelerin içinde bulunduğu durumdan, yani halktan kopmuşluk ve halka yabancı olma durumundan kurtulmak zorundadır. Bu kopmuşluk ve yabancılık ortadan kaldırılmadıkça, hakim sınıf ve zümreler arasındaki klik çatışmaları ve bölünmeler daha küçük çapta ama çok daha kötü sonuçlar doğuracak şekilde sosyalist düşüncenin temsilcileri arasında kendini sürekli olarak gösterecektir. Bu durumdan kurtulmanın biricik yolu, ülke gerçeklerine ve özelliklerine bilimsel açıdan eğilmek; yanıltıcı ideolojik görüş, yargı ve davranışlardan kurtulmak, doğru devrimci teori ve pratiği bulup uygulamak ve böylece, sosyalist eylemi yuvasına oturtmaktır.
Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT problemi karşısındaki tutumu ve bu tutumun nedenleri hakkında yaptığımız bu kısa analiz, bizi, ATÜT'ün, bugün, marksist metot ve araştırma açısından taşıdığı önem problemine getirmektedir. Yukarda açıklananlar göz önünde tutulunca, bir araştırma varsayımı (faraziyesi) olarak ele alınacak olan bu üretim tarzı kategorisinin önemi kendiliğinden ortaya çıkar. ATÜT'le ilgilenmenin çeşitli eğilimlerden doğduğu ileri sürülebilir. Nitekim Batı’da, özellikle Fransız marksistleri arasında, bu konu, Marx’ın, üzerinde gerektiği gibi durulmamış veya politik nedenlerden ötürü bir yana atılmış bir görüşünün ortaya çıkarılması amacıyla ele alınmıştır. Bu arada, uzun yıllar etkisini göstermiş olan dogmatik marksist anlayıştan sıyrılmak ve evrensel tarihe daha geniş bir çerçeveden bakmak eğiliminin de etkili olduğu söylenebilir. Her iki durumda da, batı marksistlerinin soruya yaklaşmaları, genellikle teorik zorunluluktan ötürüdür. Bizde ise, ATÜT’e karşı duyulan ilgi bu çeşit teorik bir arayışın yanı sıra, aslında Türkiye sosyalist akımının pratikteki aksaklıklarının gözlenmesinden ve Türkiye gerçekleri ile klasik şemaların uzlaştırılması konusunda güçlük çekilmesinden doğmuştur. Türkiye toplumunun geçmişini ve bugününü marksist teorinin kaynaklarına inerek ve marksist metodu kullanarak bilimsel açıdan incelemek konusunda, ATÜT’ün yararlı bir varsayım olabileceği düşünülmüştür. Okuyacağınız bu kitapta, çeşitli ülkelerde, bu tür çalışmaların marksistler tarafından yapıldığını göreceksiniz.
Şüphesiz ki, araştırmaların bu döneminde, ATÜT, Türkiye toplumunun geçmişi ve bugünü hakkında ancak bir bilimsel çalışma ve araştırma varsayımı niteliği taşıyabilir. Ayrıca, ATÜTün, zamanla, dış etkiler ve özellikle kapitalizm darbesi altında kendine has bir başka biçime dönüşmüş olduğu yani S. Divıtçİoğlu’nun deyimiyle «bozuk ATÜT» haline gelmiş olduğunu kabul etmek ve varsayımı soyut bir şekilde ele almamak ta gereklidir, öte yandan, çağdaş Türkiye tarihçilerinin yaptıkları incelemeler (Ö. L. Barkan, H. İnalcık, M. Akdağ, N. Berkes), ampirik açıdan, böyle bir varsayımın genel çerçevesi içinde yer alabilecek niteliktedir. Ayrıca, günümüz gerçeklerinin analizinden hareket ettikleri gibi tarihi perspektifi de temel olarak alan ve maddi (ekonomik) şartların İncelenmesini bilimsel açıklamanın yol göstericisi olarak kullanan araştırıcılar (S. Divitçioğlu, T Küçükömer, T- Çavdar, 1. Cem, M. Sencer), ATÜT doğrultusunda verdikleri somutlayıcı eserlerle dikkati çekiyorlar.
Bu çalışmaların genişlemesi, derinleşmesi, Türkiye’de marksist düşünceye yeni açılımlar getirebilir. Unutmamak gerekir ki, marksist düşünce sadece politik teori ve politik pratik değildir, Marksist düşünce, İnsan bilgisinin ve yaratışının bütün alanlarını kapsamak, kendisinden önce ortaya konulan bütün ürünleri özümleyerek aşmak; her alanda bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olan bir düşüncedir. İlk ağızda, politik açıdan geçerli ve eyleme temel teşkil edecek ilkeleri ileri süremese de, marksist ilkelere ve metoda uygun çalışmaların, daha sonraları hem teoriye hem pratiğe yepyeni ve geniş ufuklar açması ya da eski düşünceleri zenginleştirip yeni bir senteze varılmasına önayak olması da mümkündür. Marx’in dediği gibi, «sadece hakikat devrimcidir» Ama hakikat, dışarıdan kolaylıkla ithal edilemeyen; bilimsel araştırmalar ve çabalarla «somut»un ve «özel»in içinden çıkarılması gereken bir şeydir ve hiçbir zaman sadece «soyut» değildir.
Selahattin Hilâv