21 Eylül 2015 Pazartesi

Asya Tipi üretim Tarzı ve Türkiye Sosyalist Hareketi

«Asya tipi üretim tarzı» ya da «Asya üretim tarzı» diye adlandırılan kavramın, Türkiye sosyalist hareketi içinde sadece beş yıllık bir geçmişi olduğunu sanıyoruz. 1929-1931 yılları arasında, Tiflis ve Leningrad’da bu kavram üzerinde yapılan tartışmaların, Türkiye sosyalist hareketinde yankı doğurup doğurmadığını; bir yankı do­ğurmuşsa, bu kavrama karşı ne gibi bir tavır takınıldığını bilmiyoruz.
Bu yıllarda ve daha sonra yayınlanmış, sos­yalist dergi, broşür ve kitaplardan, bügün elimizde bulu­nanlarda, bu tartışmaların herhangi bir izine rastlamak mümkün değil. Daha etraflı ve derin araştırmalar, Türki­ye sosyalist düşüncesinin, Asya tipi üretim (ATÜT) Kav­ramı ve tartışması karşısında aldığı tavır konusunda, bu­günkü bilgilerimizi değişikliğe uğratan yeni bulgular ve veriler ortaya koyabilir. Ne var ki, şimdilik, eldeki yayın­lara ve Türkiye sosyalist hareketinin bugüne kadarki ge­nel teorisine ve pratiğine bakarak, ATÜT kavramının, Tiflis ve Leningrad tartışmaları sırasında ve daha sonra ele alınmamış ve bu kavrama değinilmemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Marx’ın, ATÜT kavramını tutarlı ve sistemli bir şe­kilde açıklayan Formen adlı ünlü yazısı, ilk olarak 1939 yılında Moskova’da basıldı. 1948’de, Japonca’ya, çevrildi, 1953’te, doğu Berlin’de yeniden Almanca yayımlandı, 1956’da Italyancaya ve Romenceye, 1964’te İngilizceye, 1966’da Fransızcaya çevrildi. Türkçe çevirisi 1967’de yapıldı. Demek ki, Marx’ın bu kavramı tutarlı ve sistemli bir şekilde açıklayan metni, sosyalist düşünceye, yazılış tarhinden aşağı yukarı seksen beş yıl sonra sunulmuştur. Bu durum, Türkiye sosyalist hareketinin, ATÜT konusuyla ilgilenmeyişini açıklayan bir mazeret olarak düşünülebi­lir. Ama, Marx ve Engels’in, başka eserlerinde bu kavra­ma sık sık değindikleri ve çeşitli ülkelerin marksist araştırıcılarının Forme n’in yayınlanmasından önce ATÜT konusunda araştırmalar yaptıkları düşünülecek olursa, Türkiye sosyalist akımının bu konudaki ilgisizliğini açık­lamak bir hayli güçleşir. Nitekim, Formen‘in yayınlanma­sından önce, 1930’larda, Japonya’da, ATÜT üzerinde çe­şitli araştırmalar yapılmıştı. Japon marksisti Jiro Hayakawa, 1934’ten İtibaren, bu üretim tarzının, aşiret düze­ninin yıkılmasından sonra «haraç rejimi» yada «toplu ver­gi ödeme rejimi» üzerinde temellenen bir sosyal organi­zasyonu ifade ettiğini ve bu rejimin, kölecilik yada dere­beylik gibi üretim tarzlarından farklı olduğunu ileri sürdü. Öte yandan, 1929-31 yıllarında bu konuda Sovyetlerde yapılan tartışma sonunda, ATÜT, bağımsız bir üretim tarzı olarak kabul edilmediği halde, Plehanov, Lenin, Riyazanov ve Troçki’nin, bu tarihlerden daha önce, ATÜT üzerinde durdukları biliniyordu (yada bilinmesi gerekirdi) İkinci Dünya Savaşından sonra da, çeşitli ülkelerin marksistleri, ATÜT üzerinde durdular. 1960'lardan son­ra, bu kavramın marksist düşünce içinde genel bir tartış­maya konu olduğu ve çeşitli araştırmalara temel teşkil ettiği okuyacağınız bu kitaptaki incelemelerde açıkça gö­rülecektir.

Bu durum karşısında, Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT kavramından ve probleminden ancak 1965 yılla­rında haberdar olması ve 1920 ile 1965 arasında bu ko­nuya değinmemesi, ilk bakışta, garip görünebilir Türki­ye sosyalist hareketi en azından adı dolayısıyla kendisini doğrudan doğruya İlgilendirmesi gereken bu kavram üzerinde niçin durmamıştır? Bu sorunun cevabı, çeşitli açı­lardan bakılarak cevaplandırılabilir.

İlk akla gelen neden, 1920-60 arasındaki fikri bas­kılardan ötürü, Türkiye sosyalist hareketinin bu çeşit ça­lışmalardan haberdar olamayışıdır.

İkinci bir neden, 1920’lerden ve özellikle 1935’ten sonra, sosyalist düşüncenin tek merkezli ve bütün ülkeler için geçerli soyut bir öğreti haline gelmesinde ve bu öğ­retinin Türkiye sosyalist hareketine yaptığı basınçta ara­nabilir. Özellikle Stalin’in toplum yapıları gelişmesi hakkında ileri sürdüğü şema, uzun yıllar tek tek ülkelerin toplum ve tarih özelliklerini araştırma yerine genel ve so­yut bir şemayla yetinmek eğilimini doğurmuştur. Stalin, toplumların gelişme şemasında, sırasıyla, beş dönemden ya da üretim tarzından (İlkel sınıfsız toplum, kölecilik, feo­dalite, kapitalizm, sosyalizm) geçildiğini söylüyor ve bu­nun, bütün toplumlar için, yani evrensel tarih için geçerli olduğunu ileri sürüyordu.

Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT gibi bir kavram­la ilgilenmeyişinin bir üçüncü nedeni olarak da, yine bas­kı rejimi dolayısıyla, pratiğe yeterince inilmesi ve eldeki teorinin pratikle sınanması; pratiğin kıstasına vurulup doğrulanması imkanının mevcut olmayışı ileri sürülebilir.

Ne var ki, probleme yakından bakınca, «haberdar olmayış», «tek merkezli soyut bir düşüncenin ve şemanın basıncı» ve «pratik eksikliği» gibi cevapların, nedenlerden çok sonuçları dile getirdiğini ve bu problemi yeterince aydınlatmadığını görürüz. Soruya cevap gibi görünen bu açıklamalar aslında, birer soru haline dönüşmektedirler, Böylece, «niçin haberdar olunmamıştır?», niçin «tek mer­kezli soyut düşüncenin ve şemanın etkisi bu ölçüde ol­muştur?», niçin «pratik eksikliği ortadan kaldın ¡anlamış­tır?» gibi üç ayrı soru karşımıza çıkar. «Haberdar olma­yış,» «dış fikri basınç» ve «pratiksizlik», aynı çağlarda, başka ülkeler için de geçerli olduğu halde, ATÜT konu­sunda ve marksizmle İlgili daha birçok konularda, bu ül­kelerin sosyalist düşüncesinde, Türkiye sosyalist akımın­da görülenden farklı tavır ve tutumların ortaya çıktığını biliyoruz. Öyleyse, analizi daha derine indirerek, Türkiye sosyalist hareketinde, genel olarak marksist öğretiye ve özel olarak ATÜT’e karşı alınan tavrı, bu düşüncenin içinde yer aldığı ekonomik, toplumsal ve tarihi çevreyle açıklamamız gerekir. Böyle bir araştırma, bizi, önce, eski Anadolu toplumunda genel olarak düşünce hayatı ile bu toplumun ekonomik ve tarihi gerçekleri arasındaki ilişki­yi aramaya götürecektir. Daha sonra, bu ilişki üzerinde. Batı dünyasının akılcı ve bilimsel geleneğinin en olgun ürünü olan marksist metod ve dünya görüşünün, Anado­lu toplumundaki fikri gelenek ve birikim ile ne gibi bir iliş­ki kurduğu ve kurabileceği üzerinde düşünmemiz gereke­cek. Ayrıca, yine Anadolu toplumu içinde, belli bir dö­nemde sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olarak ortaya çıkan aydınların, ekonomik ve toplumsal temele dayanan özel yerlerinin ve fonksiyonlarının neler olduğunu; yönetici kadronun aydın zümreleri ve halk ile, sosyalist aydınlar arasındaki ilişkilerin mahiyetini açıklamak zorunlu ola­caktır. Başka bir deyişle, Türkiye sosyalist akımının bu­güne kadarki genel teori ve pratiğini olduğu gibi ATÜT konusundaki özel davranışını da, dış etkiler kadar ve bel­ki de onlardan daha fazla, iç dinamiğe ve belirlenmelere dayanarak açıklamak zorunda kalacağız.

Eski Anadolu toplumunda ekonomik ve toplumsal yapı gereği, hür ve araştırıcı düşüncenin yani akılcı ve bi­limsel düşüncenin karşısında, din ile tutucu ve yanıltıcı ideolojilerin ağır bastığını; bu «geleneksel toplumun>, fel­sefi ve bilimsel düşünceye uygun bir ortam ve birikimin ortaya çıkmasını önlediğini; son yüzyıllarda, kapitalizmin ve emperyalizmin darbesi altında, aynı toplumun, «batı­lılaşmam hareketinden kurtuluş umduğunu, ama bu hare­ketin köke işlemeyen ve sadece hakim zümrelerin iktida­rını pekiştirmeye yarayan ideolojik bir silah olduğunu; bundan ötürü, fikir hareketlerinin de yalınkatlıktan kurtu­lamadığını, başka bir yerde ana hatlarıyla belirtmeye çalışmıştık. Ayrıca, sınıf mücadelesinin ve fert olmanın akılcı düşünce açısından taşıdığı önem üzerinde durduk. Bu açıklamalarla, Batıya yönelme eğiliminin ağır bastığı; kapitalist sınıfı yetiştirmenin amaç olarak kabul edildiği Tanzimat ve Cumhuriyet devirlerinde, çeşitli nedenlerden ötürü (bu nedenlerin başında, eski Anadolu toplumunun ekonomik yapısı yani iç dinamiği ve belirlenmeleri gel­mektedir), bu amacın gerçekleştirilemeyişi ve ıslahat ya­da «devrim» hareketlerinin satıhta kalması dolayısıyla, fikir hayatında yani akılcı ve bilimsel araştırma ve hür dü­şünce alanında da, köke inmeyen yalınkat akımlarla karşılaşıldığını belirtmek istedik. Başka bir deyişle, Batının kapitalist düzenini özümleyip kendisinin malı haline ge­tiremeyen Anadolu toplumunun, Batının akılcı ve bilim­sel düşüncesini de gerektiği gibi özümleyip kendisinin kılamadığını ileri sürdük. Bundan ötürü, burada, Türkiye sosyalist akının Batı akılcılığının en olgun ürünü olan marksizm karşısında da, bu geleneklerin, çerçevenin ve birikimin etkisinde kalarak belli doğrultulara girmiş ve belli tutumlar göstermiş olduğunu söyleyeceğiz. Marksizm gibi en evrensel ve aşıcı bir düşünce bile, ileri sürüldüğü toplumun ekonomik ve tarihi şartlarının etkisinde kalmaktan kurtulamaz. (Önemli olan nokta, marksist düşün­cenin içinde ileri sürüldüğü toplum ortamının bu düşünce üzerinde ne ölçüde etki yaptığını kestirmek ve marksizmi yine kendisine döndürerek, yani uygulayarak, sürekli bir teorik ve pratik eleştirmeyle bu belirlenmeleri aşmak; pa­siflikten ve belirlenmiş olmaktan, aktifliğe ve belirleyicili­ğe geçmektir.) Türkiye sosyalist akımının, içinde bulun­duğu toplum şartları, fikri gelenekler ve birikim bakımın­dan, yukarda açıklandığı şekilde belirlenmesine, dışardan gelen «tek merkezli ve soyut sosyalist öğreti»nin etkisi ve ayrıca 1920-60 arasındaki yani Cumhuriyet devrindeki baskı da eklenince (ve böylece pratikten yoksun kalının­ca), eleştirme, irdeleme ve ülkenin özel gerçeklerine inme imkanı iyice kaybolmuştur. Bu açıdan ele alınca, Türkiye sosyalist düşüncesinin, ATÜT yada uluslararası resmi sosyalist öğretinin ele almadığı ama marksizmin, dünya görüşü ve metodu gereği her zaman ön planda tuttuğu başka problemler karşısındaki ilgisizliğini anlamak pek güç olmayacaktır.

Geleneksel Anadolu toplumunun fikri yapısının, ül­kemizdeki sosyalist düşünce üzerinde belirleyici bir etkisi olduğunu söyledik. Bu ileri sürüşle, şunu kasdettik: Tür­kiye sosyalist akımı da, tıpkı batıcılık akımı içindeki öte­ki fikir hareketleri gibi, geçmişin ağır yükü altında, eleş­tirici, araştırıcı ve tam anlamıyla bilimsel bir düşünce ha­line gelememiştir; bu nitelikleri taşıdığını ispat edeme­miştir. Okur, belki de bu yargıyı çok ağır bulacaktır. Dü­şüncemizi açıklamak için, birkaç somut örnek vereceğiz.

Stalin'in görüşleri, aşağı yukarı otuz beş yıl boyunca, genel sosyalist düşünce üzerinde etkili olmuştu. Tarih alanında, yukarıda sözünü ettiğimiz beş kademeli gelişme şeması, bütün toplumların içinde yer aldıkları kademeleri gösteriyor ve bu aşamaların ardarda gelişi bir zorunluluk olarak düşünülüyordu. Yani herhangi bir toplum, bu üre­tim tarzlardan biri içinde mutlaka bulunuyor ve İlkel sınıfsız toplum - kölecilik - feodalite - kapitalizm - sosya­lizm çizgisi içinde gelişmek zorunluluğunu taşıyordu. Bu görüş, ülkelerinin tarihini bu kademeler içine sıkıştırma­yan marksist tarihçilerin, olguları ve gerçekleri zorlamaları; bu şemaya uydurmaları sonucunu doğurdu. Çeşitli ülkelerde 1935-1956 arasında yazılmış marksist tarih ki­taplarında bu zorlama açıkça görülür (daha sonra da gö­rülmüştür) Türkiye sosyalist akımı, bu çeşit bir çaba harcamış mıdır? Osmanlı toplumunun kölecilik yada feo­dalite üretim tarzlarından geçtiğini ileri süren ve bunu tarihi olgularla göstermeye çalışan sistematik eserlerin sayısı, bizde, iki yada üçü geçmez. Ayrıca bunların Os­manlı tarihinin olguları ve bugünkü Türkiye toplumunun durumu açısından başarılı eserler olduğu söylemek de zordur. Bu eserlerde, modem Türk tarihçilerinin sırf ampirik bir zihniyetle ve tarih bilimi metodu açısından yaptıkları tasvir ve tesbitlerin ele alındığı, özümlendiği ve sistemleştirildiği de pek görülmez. Tarih bilimi, çok sayı­da araştırıcının ortaya koyduğu ürünlerin bir araya geti­rilmesini, eleştirilmesini ve senteze ulaştırılmasını gerektiren bir bilimdir. Muhtevasının genişliği ve çeşitliliği bu­nu gerektirir. Ayrıca, eski tarihçilerin tanıklıklarından ve yabancıların gözlemlerinden de yararlanmak, bütün bunları ekonomik ve toplumsal temellere oturtmak gerekir. Marksist olmayan tarihçilerin tesbit ve tasvirlerini, mark­sist tarih sentezi İçine almak ve eritmek kaçınılmaz bir ödevdir. Ama yukarıda söylediğimiz gibi, uluslararası res­mi sosyalist öğretinin, toplumsal gelişme, devreleşme ve üretim tarzlarının ardarda gelmesi konusunda İleri sürdü­ğü belli tezleri kabul eden Türkiye sosyalist tarihçileri, zorlamayla da olsa, geçmişimiz hakkında ilgi çekici çalış­malar yapmamışlar ve eserler vermemişlerdir. Biz, bu dav­ranışta, geleneksel Anadolu toplumunun ekonomik ve toplumsal yapısı tarafından belirlenen fikri birikim ve alışkanlığın izlerini görüyoruz. Bu davranış, batıcı fikir hareketlerinde görüldüğü gibi, hakikati aramaktan çok «hakikatin elde olduğu» düşüncesine dayanmaktadır. Böylece, dış fikri basıncın da etkisiyle, «soyut ve resmi» ha­kikatin, özel bir muhtevada, yani Türkiye tarihinde ge­rektiği gibi aranmasına ve örneklendirilmesine bile kalkışılmamıştır. Uluslararası sosyalist düşüncenin dogmatizm doğrultusuna girmesi, bizim iç nedenlerimizin de etkisiy­le, Türkiye sosyalist akımını, somut gerçeğe ve olgulara yönelmekten; eleştirme, irdeleme, arama ve bulma çaba­sından iyice uzaklaştırmıştı. Tarih bilimi alanındaki bu tutumun sonucu, sosyalist akımın strateji ve taktiğini ke­sin olarak belirlemiştir. Bu belirleniş, «geçmiş»in anlaşılmamasından ötürü, «bugün»ün yeterince kavranmamasın­da ve tam anlamıyla etkin bir devrimci pratiğin ortaya konulmamasında kendini gösterir. Bütün samimiyete, fe­dakarlığa ve yiğitliğe rağmen, Türkiye sosyalist akımı, 1920-60 arasında işçi sınıfına, emekçilere ve halk kitle­lerine gerektiği gibi kök salamayan bir akım olarak kal­mıştır. Bu durum, pratikteki aksaklığın, teoriyi yeniden belirlemesine yol açmış; teori gittikçe soyutlaşmak, içine kapanmak ve ayağını yerden kesmek durumuna düşmüş teorinin bu aksaklığı, pratiğe yeniden yansıyarak fasit dai­re sürekli olarak yenilenmiş ve aşılmamıştır.

Ülkenin geçmişinin ve somut gerçeklerinin gerektiği gibi tanınmaması, Türkiye sosyalist akımının, hakim sınıf ve zümrelerin ideolojisi ile kurduğu fikri ilişkide de ken­dini gösterir. Hakim sınıf ve zümrelerin, Cumhuriyet devri boyunca çeşitli yollarla (devlet gücü, eğitim, basın, v,b.) yaydıkları ve kabul ettirdikleri belli görüşler ve de­ğerler, sosyalist düşünce içine sızmış ve eleştirmeden ge­çirilmediği için, bu düşüncenin bir parçası haline gelmiş­tir. Mesela sosyalist akım, pratikte, Cumhuriyet devri yö­netimi ile çatıştığı ve baskıya maruz kaldığı halde, teo­ride, Anadolu toplumunun geçmişine, sınıf mücadelesine, sınıfların kişiliğine ve yerine, yine Cumhuriyet devri ide­olojisi içinden bakmış; bu devrin ideolojisi yerine, kendi eleştirici ve aşıcı bilimsel kavramlarını ve açıklamalarını koyamamıştır. Bu fikri kargaşa günümüze kadar devam et­miştir ve hâlâ sürmektedir. Sosyalist düşüncenin bugün de, kapsayıcı ve bilimsel bir teori olarak, Anadolu toplumunun geçmişini ve bugününü bağımsız bir açıklama sistemi İçine sokamadığını görüyoruz. Nitekim, Cumhuriyet devri ideo­lojisinin (ki kökleri çok daha gerilere uzanır), «batıcılık», «ilericilik-gericilik», «laiklik-yobazlık», «şarklılık», «halk­çılık», «devletçilik», v,b. konusunda ileri sürdüğü ide­olojik görüşler ve değer yargıları köklü bir eleştirmeden geçirilmemiş; bunların altında yatan ve kimi zaman taşı­dıkları anlamın tam tersini ifade eden nesnel (objektif) durumları ve pratikleri ifade eden aldatıcı kavramlar oldukları bilimsel olarak gösterilmemiştir. Cumhuriyet devri ideolojisi ve yarattığı mitoslar, devrimci eylemin şartı olan «ülkenin Özelliklerini kavramak»ı imkansız kıldığı için, sosyalist düşünceyi teori bakımından sakatlamakta ve pratik bakımdan bu düşüncenin halka kök sal­masını engellemektedir. Çünkü, halk, hakim sınıf ve züm­relerin ideolojilerinden yada yargılarından sıyrılmamış ve onların tutumunu bir yana bırakarak kendi öz tutumunu yaratamamış olan kimseyi, yanılmaz sezgisiyle hemen fark etmekte ve yerine koymaktadır. Bu durum bizi bir başka somut probleme, yani sosyalist düşüncenin taşıyıcısı olan kadrolarla emekçi kitleler arasındaki ilişki problemine götürmektedir. Sosyalist düşüncenin, halk kitleleri içinde kendiliğinden ortaya çıkmadığı ve dışardan yani bu dü­şünceyi öğrenip hazmetme imkanına sahip aydınlar ya da başka sınıflardan gelen devrimciler tarafından «taşındığı» bir gerçektir. Ama öteden beri bizim ülkemizde, aydının ya da okumuşun, toplumsal ve tarihi şartlar dolayısıyla çoğunlukla hakim zümreler yanında bulunmuş ve halk ile aydının arasının iyice açılmış olması, bu «taşıma» ve «bilinçlendirme» işini daha da güçleştiren bir özelliktir. Toplum gelenekleri ve birikimi, okumuş insanı, sosyalist düşüncenin taşıyıcısı da olsa, farkına varmadan, halktan ırak düşürmekte, ortak dilin bulunmasını güçleştirmekte, devletin ya da yönetici kadronun temsilcisi olan bir «ya­ban» haline dönüştürmektedir. (Halkın içinden çıkan devrimciler için bile bu durumun geçerli olduğu söylene­bilir.) Bu durum, bizim toplumsal geçmişimizin bir kalın­tısıdır ve hem halkın hem de okumuşun yukarda açıkla­nan doğrultuda şartlanması sonucunu doğurmaktadır. Bü­tün bu güçlüklerin aşılması, şüphesiz ki, İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik, toplumsal ve tarihi gerçekleri­nin somut bir şekilde derinlemesine kavranmasına; bu kavrayış içinde yanıltıcı ideolojik görüşlerden sıyrılmaya (hem düşünce, hem duygu, hem davranış olarak) yani kendinin - bilincine tam anlamıyla ermeye ve bu bilinci hem teori hem de pratikte gerçekleştirmeğe bağlıdır. Yani eskilerin deyişiyle önce «bilme» ve «olma» uğ­raklarına varmaya bağlıdır. Ancak o zaman teorik aksaklıklar ve pratik güçlükler yenilebilir. Başka bir de­yişle, Türkiye'de sosyalist düşüncesinin taşıyıcısı olan güçler, hakim sınıf ve zümrelerin içinde bulunduğu durumdan, yani halktan kopmuşluk ve halka yabancı olma durumundan kurtulmak zorundadır. Bu kopmuşluk ve yabancılık ortadan kaldırılmadıkça, hakim sınıf ve züm­reler arasındaki klik çatışmaları ve bölünmeler daha kü­çük çapta ama çok daha kötü sonuçlar doğuracak şekilde sosyalist düşüncenin temsilcileri arasında kendini sürekli olarak gösterecektir. Bu durumdan kurtulmanın biricik yolu, ülke gerçeklerine ve özelliklerine bilimsel açıdan eğilmek; yanıltıcı ideolojik görüş, yargı ve davranışlardan kurtulmak, doğru devrimci teori ve pratiği bulup uygula­mak ve böylece, sosyalist eylemi yuvasına oturtmaktır.

Türkiye sosyalist hareketinin ATÜT problemi kar­şısındaki tutumu ve bu tutumun nedenleri hakkında yap­tığımız bu kısa analiz, bizi, ATÜT'ün, bugün, marksist metot ve araştırma açısından taşıdığı önem problemine getirmektedir. Yukarda açıklananlar göz önünde tutulunca, bir araştırma varsayımı (faraziyesi) olarak ele alına­cak olan bu üretim tarzı kategorisinin önemi kendiliğin­den ortaya çıkar. ATÜT'le ilgilenmenin çeşitli eğilimler­den doğduğu ileri sürülebilir. Nitekim Batı’da, özellikle Fransız marksistleri arasında, bu konu, Marx’ın, üzerin­de gerektiği gibi durulmamış veya politik nedenlerden ötü­rü bir yana atılmış bir görüşünün ortaya çıkarılması ama­cıyla ele alınmıştır. Bu arada, uzun yıllar etkisini göster­miş olan dogmatik marksist anlayıştan sıyrılmak ve evren­sel tarihe daha geniş bir çerçeveden bakmak eğiliminin de etkili olduğu söylenebilir. Her iki durumda da, batı marksistlerinin soruya yaklaşmaları, genellikle teorik zorunluluktan ötürüdür. Bizde ise, ATÜT’e karşı duyulan ilgi bu çeşit teorik bir arayışın yanı sıra, aslında Türkiye sos­yalist akımının pratikteki aksaklıklarının gözlenmesinden ve Türkiye gerçekleri ile klasik şemaların uzlaştırılması konusunda güçlük çekilmesinden doğmuştur. Türkiye toplumunun geçmişini ve bugününü marksist teorinin kaynaklarına inerek ve marksist metodu kullanarak bi­limsel açıdan incelemek konusunda, ATÜT’ün yararlı bir varsayım olabileceği düşünülmüştür. Okuyacağınız bu ki­tapta, çeşitli ülkelerde, bu tür çalışmaların marksistler ta­rafından yapıldığını göreceksiniz.

Şüphesiz ki, araştırma­ların bu döneminde, ATÜT, Türkiye toplumunun geçmişi ve bugünü hakkında ancak bir bilimsel çalışma ve araş­tırma varsayımı niteliği taşıyabilir. Ayrıca, ATÜTün, zamanla, dış etkiler ve özellikle kapitalizm darbesi al­tında kendine has bir başka biçime dönüşmüş olduğu ya­ni S. Divıtçİoğlu’nun deyimiyle «bozuk ATÜT» haline gelmiş olduğunu kabul etmek ve varsayımı soyut bir şe­kilde ele almamak ta gereklidir, öte yandan, çağdaş Tür­kiye tarihçilerinin yaptıkları incelemeler (Ö. L. Barkan, H. İnalcık, M. Akdağ, N. Berkes), ampirik açıdan, böyle bir varsayımın genel çerçevesi içinde yer alabilecek nite­liktedir. Ayrıca, günümüz gerçeklerinin analizinden hare­ket ettikleri gibi tarihi perspektifi de temel olarak alan ve maddi (ekonomik) şartların İncelenmesini bilimsel açıkla­manın yol göstericisi olarak kullanan araştırıcılar (S. Divitçioğlu, T Küçükömer, T- Çavdar, 1. Cem, M. Sencer), ATÜT doğrultusunda verdikleri somutlayıcı eserlerle dik­kati çekiyorlar.


Bu çalışmaların genişlemesi, derinleşmesi, Türkiye’­de marksist düşünceye yeni açılımlar getirebilir. Unutma­mak gerekir ki, marksist düşünce sadece politik teori ve politik pratik değildir, Marksist düşünce, İnsan bilgisinin ve yaratışının bütün alanlarını kapsamak, kendisinden ön­ce ortaya konulan bütün ürünleri özümleyerek aşmak; her alanda bilimsel açıklamalar getirmek zorunda olan bir düşüncedir. İlk ağızda, politik açıdan geçerli ve eyleme temel teşkil edecek ilkeleri ileri süremese de, marksist il­kelere ve metoda uygun çalışmaların, daha sonraları hem teoriye hem pratiğe yepyeni ve geniş ufuklar açması ya ­da eski düşünceleri zenginleştirip yeni bir senteze varılmasına önayak olması da mümkündür. Marx’in dediği gibi, «sadece hakikat devrimcidir» Ama hakikat, dışarı­dan kolaylıkla ithal edilemeyen; bilimsel araştırmalar ve çabalarla «somut»un ve «özel»in içinden çıkarılması ge­reken bir şeydir ve hiçbir zaman sadece «soyut» değildir.

Selahattin Hilâv

GÖRÜŞLERİM

* 1929 yılında yayınlanan "Görüşler" KGB arşivinin 4 numaralı sandığında, 2 numaralı ciltin, 1 numaralı listesinde ortaya çıkmış ve Tataristan da,1995 yılında ilk kez yayınlanmıştır.

ASYA VE AVRUPA HALKLARININ SOSYO-POLİTİK, EKONOMİK, VE KÜLTÜREL GELİŞMELERİNİN ESASLARINA iLiŞKiN BAZI GÖRÜŞLERİMİZ.

1. METODOLOJİ

ve Avrupa Türk halklarının çağımızdaki sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerini tesbit etmek için kullanılacak olan esasların belirlenmesinden önce: konu ile ilgili görüşlerimizin metodolojisi üzerinde kısa bir şekilde olsa dahi, durmamız gerekecektir.

Herhangi bir anlaşmazlık ve belirsizliğin giderilmesi için, bir hususu ilk baştan açıkça söylemeliyiz ki, biz bu meseleye de (tüm diğer meseleler gibi) mataryalist dünya görüşü ve mataryalist felsefe açısından yaklaşmaktayız.

Ayrıca biz, bu devrimci felsefe mektebinin daha radikal olan ve diyalektik tarihsel mataryalizm diye adlandırılan koluna önem veriyoruz.

Kanımızca, mataryalist felsefenin bu kolu, önemli unsurlarının anlaşılabilmesi için en doğru ve ve bilimsel açıdan daha sağlam bir fikir sistemidir. Zira, ancak onun yardımı ile (sosyal) hayat olaylarının nedenlerini daha net ve gerçekçi biçimde tahlil etmek ve sonuçlarını önceden kestirerek sezmek mümkündür.

Fakat önceden şunu da söyleyelim ki, bizim -diyalektik, daha doğrusu enerjetik mataryalizm mektebine mensubiyetimiz: bu mektebin Batı Avrupalı temsilcilerini (Marksist veya Komünist denilenleri) körü körüne taklit etmemiz ve onların bu mektebin ürünü bildikleri veya öyle taktir ettikleri herşeyi körü körüne kopya etmemiz anlamına gelmez.

Bunu aşağıdaki nedenlerden dolayı yapmıyoruz:

1 )Bizce, mataryalist felsefe, Batı Avrupa biliminin 'müstesna malı değildir. Zira, belli bir düşünce sistemi olarak bu tür felsefe bu veya diğer şekilde (Fars, Arap, Çin, Türk, Moğol vb. gibi) birçok başka halklarda, üstelik çağdaş Batı Avrupa kültürünün ortaya çıkışından çok önceki tarihlerde görülmüştür.

2) Bizim bir çoğumuz, daha sonra Rusya Devrimi öncesinde, enerjetik mataryalist dünya görüşüne sahip olmuştuk. Bu görüş, bizim aramıza yapay bir biçimde ve dışardan enjekte edilmiş olmayıp: Rus milliyetçiliği'nin ve Rus Devletçiliği'nin üzerimizdeki zalimane ekonomik, politik ve kültürel baskılarının bizi ezmekte olan ağır koşullarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

3) Bizim, tarihsel mataryalizm taraftarlarına bağlılığımız: onların beyan ettikleri, keza diyalektik mataryalizmin Rus ve Avrupa tekelcileri tarafından takdim edilen her türlü fikri nesneyi "kutsal" bir şeymiş gibi tartışmasız olarak kabul etmemizi de kesinlikle gerektirmez.

İnsan, kendisini bin kez mataryalist, marksist, komünist veya şimdilerde Rusya'da moda olan ifadesi ile Leninist ilan edbilir. Bunu tüm dünyada olanca gücü ve sesi ile bağırabilir.Bu alandaki yüzlece ve binlerce konuda cilt kitap yazabilir. Fakat yine de asgari düzeyde bile gerçek mataryalizm ve komünizm ile ilgisi olmayabilir.

Tutum ve hareketlerinden de vaz geçelim, görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda da gerçek devrimcilik görülmeyebilir. Bu nedenden dolayı, biz, onlar karşısında herhangi bir yükümlülük almamakla birlikte, tüm beklentilerin aksine olarak, diyalektik mataryalizm üzerindeki tekelcilik haklarını tartışmaya davet ediyoruz.

Örneğin, birincisi sömürgeler meselesi, ikincisi de komüizmin, diğer bir deyişle sınıfsız ve kimsenin kimseyi istismar etmediği bir toplumun gerçekleştirilmesi yöntemleri..

Bu iki Konuda Rus Komünistleri ve onları takip eden Batı Avrupalı komünistler, aleni yanlışlar yapmaktalar... Bunun neticesinde de -insanlığın anarşi ve kargaşa baskısından kurtuluşu değil -talan, yoksulluk ve ölüm olacaktır. Onlar, Avrupa Kapilazmini ve soyguncu Avrupa Emperyalizmini eleştirmekleri ve yerdiklerinde, her zaman ve her konuda olmamakla birlikte kendileri ile mutabıkız.

Keza çağdaş Avrupa kapitalist kültürünün gericiliğini gündeme getirdiklerinde de mutabıkız.

Ne var ki, tüm bu düşüncelerden çıkardıkları sonuçlar ve sundukları reçeteler konusunda, kesinlikle mutabık değiliz.

Bizce onların sundukları reçete-ki Avrupa Toplumu'nun bir sınıfın (burjuvazinin) dünya üzerindeki diktatöryası yerine, onun karşıtı olan diğer sınıfın (proleteryanın) diktatöryasını öngörmektedir- insanlığın ezilen kısmının sosyal hayatına hiçbir önemli değişiklik getirmeyecektir. Her halükarda nesnel bir değişiklik olacaksa da, bu değişiklik iyileşme yolunda değil, kötüleşme yolunda olacaktır.

Bu sadece daha az gücü olan ve daha aşağı düzeyde organize bir diktatörün yerine, aynı kapitalist Avrupa'nın (ki, Amerikayı'da buraya dahil etmek gerekir) Avrupa çapında bütünleştirilmiş olan tüm güçlerinin dünya'nın geriye kalan kısmı üzerinde ortak diktatöryasının getirilmesi demektir.

Biz, bunun karşısında farklı bir tez ortaya koyuyoruz.

Şöyle ki,insanlığın yeniden yapılandırılmasının maddi zemini, yalnızca sömürge ve yarı-sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatöyası aracılığı ile oluşturulabilir. Zira yalnızca bu yol, yer kürenin Batı Emperyalizmi tarafından zincirlere vurulmuş olan üretici güçlerinin kurtuluşu ve atılım yapması için gerçek bir teminat sağlayabilir. Biz bu metodolojiden hareketle, belirli bir sorular sistemi oluşturuyoruz ki, bunlara verilen cevaplar, başlıca meselemizin doğru bir biçimde çözümlendirilmesini sağlayacaktır.

Bu sorular, aşağıdaki konuları içermektedir.

1) Bir sosyo-organizma olarak Türk Dünyası, çağdaş dünyanın ekonomik ve politik sisteminde nasıl bir görüntü vermektedir?

2) Türk halklarının, tümü bir arada ve ayrı dallar olarak, normal ekonomik, politik ve kültürel gelişmeleri için hangi iç ve dış koşullara ihtiyaç duymaktadır?

3) Bu koşullar hangi yollardan hareketle sağlanabilir? Evrim yolu ile mi, yoksa devrimci atılımlarlâmı?

4) Bu veya diğer yönde yapılacak olan çalışmaların somut yöntemleri ne olmalıdır:

a) Strateji ve taktik yönünden?

b) Organizasyon biçimleri yönünden

Il- Çağdaş Dünyanın Ekonomi ve Politik Sistematiği İçinde En Sosyo Organizma olarak Türk Dünyası

Günümüz dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içersinde çağdaş Türk Dünyası' nın yeri ve rolü konusunun çok önemli olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyo- politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili çözüm yollarını, buradan hareketle çizebiliriz.

Dünya'nın sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin içeriğini anlamadan, kim olmamız gerektiğini de tesbit edemeyiz. Konun analizini, ikinci bölümden, diğer bir deyişle çağdaş dünyanın sosyal ve hukuksal- ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlayabiliriz:

1-Çağdaş Dünya Ekonomisi ve Politikası'nın Köleci- Sömürgeci-Emperyalist Karakteri;

Yer kürenin halkları arasındaki sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya koymaktadır:

Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal açılardan eşit olmayan iki kampa bölünmüş durumdadır.

Bu kamplardan birisinde, insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 30'unu oluşturan ve tüm yer küreyi, altında ve üstündeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır.

Diğerinde ise, İnsanlığın beşte dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle 'efendi' halklarınekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen halklar yer almaktadır.

Efendilerin kendi medeni dillerinde 'uygar' olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile ilgili görevlendirilmişler!,

ikinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde Vahşi', 'yerli' ve bu tür ibaralerle tanımlanmakta olup, birincilerin bilimsel görüşlerine göre: Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar!

Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu ve bilim yoksunlukları yüzünden "medeni" halkları tanımlayabilmek için özel terimler üretememişler ve bunları yalnızca 'köpekler', 'eşkiyalar", 'cellatlar' veya benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişlerdir.

Avrupa ve Amerika'nın 'medeni' halkları,ki yerküre nin diğer kısımlarınada yayılmakta ve genel olarak 'Batı Halkları' diye adlandırılmaktalar, birinci katagoriye aittirler.

Asya, Afrika halkları ile Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerikanın yerli halkları da ikinci katogoriye girmektedirler.

Bu iki grup arasındaki ilişkileri irdeliyerek şu noktayı tesbit etmiş bulunuyaruz:

Batı halklarının (metropoller), sömürge veya yarı sömürge halkları ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir. Batılı halkların teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen bir takım tarihsel ve coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararsı ulaşım yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır.

Bu durum, Batı- Doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki uluslararsı siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların elinde birikmesi için zemin oluşturmuştur.

Avrupa'nın teknoloji ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki var oluş mücadelesi sırasında, sözkonusu aşamada onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya efendileri olan müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla, daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, buda onların diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra Asya ve Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır.

Dünya ticaret yolları, pazarlar ve hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, Batı halklarının eline geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey değildir, siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşmış ve bu kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır.

Böylece, bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakları olmayan ve 'medeni' efendilerinin (metropolya halklarının) refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir

2- Metropollerin Maddi Kültü Esaslarının Paraziter ve Gerici Karakteri, Çağımız Dünyasmda ki Gelişmelerin Başlıca Faktörüdür.

Çağdaş dünya ekonomisinin kapitalist köleci seciyesi, onun bir diğer özelliğini, günümüz dünyasında görülen gelişmelerin başlıca faktörü olarak çağdaş batılı halkların kültürlerinin toptan paraziter ve gerici karakterini de belirlemiştir. Metropollerin maddi kültürünün anlatılan özellikleri, şu iki hususu açığa çıkarmaktadır:

a)Statik Husus: insanlara gerekli olan Tüketim maddelerinin üretim ve tedavül araçlarının metropolya halklarının ellerinde tekel halindeı birikmiş olması,

Belli başlı tüm üretim araçları (fabrikasyon endüstrisi), tedavül araçları (banka sermayesi ve bunun alt yapısı), ulaşım ve iletişim araçları (deniz yolları, demir yolları, hava ukaşım araçları, telgraf ve radyografi, hammadde (petrol, taş kömürü, filizler, hayvansal ve bitkisel ürünler) kaynakları, keza endrüstriyel ürünlerin satış pazarları, topu topu 300- 350 milyon nüfusa sahip bulunan metropollerin ellerinde birikmiş durumdadır.

Batı, bu açıdan aynen dev bir ahtapot gibi,insanlığın beşte dörtlük kısmını sarmış ve onun tüm yaşamsal kaynaklarını sömürmektedir. Ve bu ahtopot, sadece bir deniz ahtapotu olmayıp, batının askeri buluşlarının ve savaş sanatının en yeni teknolojileri ile silahlanmış zırhlı bir ahtopotdur... Vurucu bir ahtopottur... ölümcül bir ahtapottur'..

Elbetteki bu kazanımlar, ahtapotun cesaret ve yiğitliğini arttırmamıştır.

Ne var ki ahtapotun korkakça zalimliği ve açgözlülüğü artış göstermiştir. Ahtapot şimdi sömürge ve yârı sömürge halkların kanlarını emerek, dünya halklarının daha geniş olan kısmının zayıflaması, pauperleşmesi(?), yozlaşması ve ölümü hesabına, daha küçük olan diğer kısmını zenginleştirmektedir.

b) Dinamik Husus: İnsanlığın Üretici Güçlerinin Azami Gelişmesi Açısından Metropollerin Maddi Kültürünün Paraziter ve Gerici olması.

Bu husus, birinci husus ile sıkı sıkıya bağlı olup onun devamını oluşturmaktadır.Gerçekten de, yaşadığımız bu dönemde, (dünyanın düzenleyicileri olarak metropollerin çağdaş kültürü nasıl bir şeydir?.. Neyin üzerine bina edilmiştir ve neye doğru gitmektedir?..

Mesele, Batı'nın madde kültürünün niteliğinin ve bu ekonomik sistemin (tekelci kapitalizm ve emperyalizm) yalnızca tekelci karekterde olmasıyla da bitmiyor. Mesele buraddadır ki, metropollerin maddi kültürünün içeriği, diğer bir deyişle tüm bu 'tekelci k a p i t a l i z m l e r ' i n emperyalizmlerin ve Batı (toplumu' na ait diğer sosyal katagorilerin asıl özü, onun şekli ile ilgili değil, dinamikleri ve özgün gelişme eğilimi ile bağlantılıdır.

Bu eğilim, Batı halklarının çağdaş maddi kültürünün varoluşu ve gelişmesinin, sadece Doğulu halklara karşı uygulanan kölelik ve tahakküm sisteminin korunması (diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürgelerin doğal zenginliklerinin istismarı) olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin engellenmesi ve bunların maddi kültürünün ı artışına karşı set çekici bir baskı uygulaması olarak açıklanabilir.

Çağdaş Batı kültürü, hangi prensiplere dayandırılmıştır?.. Metropoller ve sömürgeciler için mal üretimi ve pazarlaması.' diğer bir deyişle dünyanın ekonomik süreci içersinde tekelcilik prensiplerine dayandırılmıştır. Çağdaş Batı Kültürü ne üzerine inşa edilmiştir?..

Sömürge ve yarı sömürgelerin kendi iç ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, ulusal endüstri'nin yokluğu, diğer bir deyişle bu ülkelerin tarımcı - köylü karakterinin sürdürülmesi üzerine inşa edilmiştir ki, bu durumda bu ülkeler, kendi ekonomik faaliyetleri arsında, metropollerin, yani dünyanın tekelci endüstrisinin 'yardımı'na başvurmak zorunda kalsınlar. Tekelci sermayenin yardımına başvurma zorunda kalma süreci, somut olarak aşağıdaki unsurlardan oluşmaktadır.

a) Metropol ekonomilerinin başlıca unsuru olan ekonominin ucuz hammadde temini ile yaşatılması.

Batılı Halkların hammadde kaynağı olarak Asya ve Afrika halklarına yönelik işkalci politikaları ve bu polititikalarını beraberinde getirdikleri tüm diğer olaylar, bu noktadan kaynaklanmaktadır:

Birincisi, yarı sömürgelerdeki bağımsızlık kırıntılarına karşı verilen acımasız mücadeleler ve sömürgeler tarafından bağımsızlık yönünde sergilenen en küçük girişimin bile zalimce cezalandırılması... ikincisi ise metropollerin belli başlı ulusal grupları arsında sömürge mülkleri için aralıksız olarak sürdürülen rekabet savaşlarıdır...

Diğer bir deyişle, bir taraftan metropoller ile sömürgeler arasındaki sosyal ihtilafların artışı, diğer taraftan da diktatör metropollerin farklı soyları arsındaki ulusal ihtilafların kökenleri burada saklıdır.

b) Sanayi ürünlerinin ucuza mal edilişinin sağlanması.

Üretim teknolojisinin geliştirilmesi, metropollerin sanayi işçilerinin ve sömürgelerin yardımcı işçilerinin istismarı yoluyla gerçekleşmektedir. Metropoller de sınıfsal ihtilafların varlığı ve bu ihtilaflara dayalı olarak sınıfsal siyasi partilerin ortaya çikış nedenleri bu noktada saklıdır.

c) Metropollerin sanayi ürünleri için ucuz (karlı) satış pazarlarının sağlanması.

Metropollerin, sömürgeleri ve yarı sömürgeleri yalnızca kendi ellerinde kendi boyundurukları altında tutmak yönünde değil, aynı zamanda metropollerin sanayi ürünlerinin daimi satış pazarları olarak elde tutmaya yönelik sömürgeci politikalarının yoğunlaştırılması bu hususla ilgilidir.

Bu politikalar, sömürgeler ile metropoller arasındaki sosyal ihtilafların yalnızca yoğunlaşmasına neden olmaktadır ve bu ihtilaflar, birinci derecede uluslararası faktör niteliği kazanmaktadır.

Metropol maddi kültürlerinin gelişme sürecinin bu sonuncu unsuru, sömürgeler ile metropoller arsında oluşan ilişkiler açısından özellikle büyük önem taşımaktadır. Zira bu unsur, çağdaş batılı halkların kültürünün başlıca dinamiğini ve çağdaş insanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan tüm sosyal sapmaların da başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Sözkonusu sapmalar aleni olarak ortadadır ve bunları yalnızca körler ve siyasi açıdan dejenere olmuş tipler inkara yeltenebilirleri Bu sapmaları şu şekilde sıralıyabiliriz:

a) Yerküre ve özellikle de sömürge ve yarı sömürgelerini zenginliklerinin insanlığın genel çıkarları açısından hunharca ve verimsizce işletilmesi.

Bu gerçeği yeniden kanıtlamaya ihtiyaç yoktur kanısındayım. Zira metropollerin kendi 'evlerinde' ki ve sömürgelerindeki ekonomik faaliyerine bakmak yeterlidir.

b) Dünya üretim sürecinin genel tedavül sürecinin irasyonel düzeni ve bunun sonucu olarak kütlevi insan enerjisinin verimsiz bir şekilde yokedilişi.

Metropollerin elinde yoğun bir şekilde birikmiş olan üretim araçlarının, hammadde ana kaynaklarından ve dünya satış pazarlarından uzakta bulunmalarından dolayı, hammaddenin üretim araçlarına ve bunlardan alınan ürünlerin de (malların) satış pazarlarına yönelik olarak uzak mesafelere taşınmaları gerekmektedir, örneğin, yün ve deri hammeddesi Tibet'ten Hindistan veya Afganistan'dan Büyük Britanya'ya doğru taşınmak...

Burada kumaş, ayakkabı ve diğer mallara dönüşerek gerisin geriye tekrar kendi anavatanına yolculuk yapmak zorundadır.

Aynen bunun gibi Türkistan veya Güney Kafkasya pamuğu (bu arada Baku petrolü de) önce medeni ülkelere söz gelimi Moskova veya İvanovo Voznessensk'e seyahat etmek, burada manifatura veya başka bir şeye dönüştükten sonra tekrar Türkistan veya Güney Kafkasya'ya, bazen de daha uzaklara (ıran, Afganistan, vb.) geri dönmek zorundadır. Araçlarınve insan enerjisinin ekonomik kullanımı açısından tam tersi bir yöntem, diğer bir deyişle, hammaddeyi kendi vatanında, yani sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gerekli tüketim mallarına dönüştürmek, daha doğru bir hareket olacaktır.

Bu ülkelerdeki üretim araçları, ki bunları metropollerden sağlamak ve yeniden organize etmek mümkündür, dışında kalan tüm koşullar (hammadde, sıvı yakıt, kullanılmayan ve boşu boşuna yok olup giden insan enerjisi bunun yanısıra sömürge halklarının fabrika mallarına karşı duydukları kütlevi ihtiyaç) mevcuttur.

Söz konusu mallar, yalnız bundan sonra ihtiyaca göre yurt dışı yolculuklarına artık doğal biçimlerinde değil, medeni mallara dönüşmüş olarak ve oralardan gelecek olan tüketici talepleri ile orantılı olarak gönderilecektir.

c) Mevcut durumun ve mevcutl yapının (yani dünyanın ekonomik düzeninde görülen irasyonalliğin ve bundan ileri gelen sosyal sapmaların - adaletsizliklerin) sürekli ve düzenli bir biçimde korunması için insan enerjisi) kütlevi ve verimsiz bir şekilde harcanmaktadır.

Bu husus, Batı'nın azgın militarizminde, onun kara, deniz, ve hava kuvvetlerinin, iç ve dış koruyucu kontejyanının akıl almaz bir şekilde artırılması ile açığa vurulmuş bir durumdadır. Batılı halklar, yalnızca her türlü 'sarı', 'siyah' ve diğer 'tehlike' ve 'panizm' lerden değil, aynı zamanda 'birbirlerinden' de korunmaktalar.

d) Sömürge ve yarı sömürge ülkelerin üretim güçlerinin (yeryüzü nüfusunun büyük bir kısmı) doğal bir şekilde gelişmesinin engellenmesi., ki, bu zeminde sömürge ve yarı sömürge halklar ile metropolya halkları arasında aleni bir sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden g e l i ş m e s i
engellenmektedir.

Sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza edilmesi, sömürgeci Batı Emperyalizmi'nin işine gelmektedir. Zira metropollerin eşkiya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir ve gelişebilir.

Sömürge halklarının karanlık ve baskı içinde tutulması, kendi tarihsel gelişmeleri içersinde insanlığın başına hapishane gardiyanı kesilmiş olan batılı halklar için gerçek ve yaşamsal bir ihtiyaçtır.

Metropolya halkları olan sömürge halkları arasında görülen sosyal eşitsizliğin nedeni burada saklıdır. Metropolya halkları, her türlü medeniyet nimetlerinden, teknoloji ve bilimden yararlandıkları halde, sömürge halklarının ana kitlesi, yarı aç ve dilenci hayatı içersinde sürünmektedirler.

Bir tarafta çelik ve granitten yapılmış gökdelenler, diğer tarafta miskin ve izbe barakalar... Bir tarafta otomobil, tranvay, otobüs, tren, buharlı gemiler ve uçaklar...

Diğer tarafta tembel kısraklar, Nuh zamanından kalma kağnılar ve arabalar...

Bir tarafta elektirikli sabanlar, traktörler, buharlı değirmenler, şuama sistemleri, yapay gübreler...

Diğer tarafta kara saban, kürek, kazma, ve tırmık...

Bir tarafta elektrik, telefon, telgraf ve radyo... Diğer tarafta kara çıra gaz lambası ve artı tüm diğer şeylerin yokluğu...

Bir tarafta güzel sanatlar, edebiyat, oyunlar, ve kahkahalar...

Diğer tarafta umutsuzluk ve karanlık, sürekli acılar ve gözyaşları..

. Bir tarafta tokluk, güven ve her yönüyle teminat altına alınmış bir yaşam... Diğer tarafta açlık, soğuk, sefalet, ölüm ve yozlaşma!...

Bu duruma hak verebilirmiyiz? Bütün bunları normal bir durum ve normal bir düzen olarak kabul edebilirmiyiz?.

Hayır ve yine Hayır!.. Bu durum, hangi ahlak öğretisi açısından bakılırsa bakılsın, en büyük sosyal sapmanın ve dünya çapındaki sosyal adaletsizliğin ifadesidir!

Metropollerin Ulusal kültürlerin Bütünleşme eğilimi.

Burada özellikle bir soruya cevap vermeden geçecek olursak, metropollerin kültürüne ilişkin yapmakta oldtğumuz analiz, yarım kalacaktır: Metropolya halklarının kültürü nereye yönelmiştir?.. Ve neye dönüşmek yolundadır?..

Bu sorular, söz konusu kültürün gelişme dinamiği ile sıkı sıkıya ilişkili olup, onun en karakteristik ve önemli özelliklerini, ki bunlar yakın döneme yönelik olarak dünyanın gelişme perspektiflerine açıklık kazandırmaktadır, birini ortaya çikarmaktadır.

Biz, bu özelliği bütünleşme, diğer bir deyişle, metropolya halklarının ulusal ve maddi kültürlerinin merkezileşmiş bir şekilde bütünleşmesi olarak tesbit etmeliyiz.

Böyle bir eğilim varmı? Evet vardır.

Yani emperyalist savaş, savaş sonrasında da Rusya ve diğer ülkelerde yaşanan devrimsel depremler, 'muzaffer' ülkelerin değişik grupları arasında günümüzde görülmekte olan 'diplomasi' mücadelesi, batılı halkların değişik siyasi partilerinin sergiledikleri harıl harıl çalışmalar...

Tüm bunlar, söz konusu eğilimin muhtelif şekillerde açığa vurulmasından başka bir şey değildir. Bu eğilim, şu iki çelişkinin baskısı altında cereyan etmektedir:

1) Metropolya halklarının mevcut maddi kültür yapısının (ulusal paraçalara bölünmüş olan özel mülkiyeti veya anarşist kapitalizm) özüne ters düşmektedir.

2) Bununla bağlantılı olarak, sömürgelerde metropollerin zulmünden kurtularak sosyal özgürlüğe ve ulusal kurtuluşlara kavuşma koşullarının oluşması, diğer bir deyişle sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketleri güç kazanmaktadır.

Birinci çelişkiyi ele alalım. Bunun en somut ifadesi nedir?..

Şöyle açıklayabiliriz: Mevcut düzen, metropolya halklarının maddi kültürel esaslarının mevcut yapısı, ileride onlara sömürge halklarını düzenli biçimde: cezasız, belasız ve tam anlamıyla istismar etme hakkını vermeyecektir .

Metropolya halklarının maddi ihtiyaçları, bu halkların maddi kültürünün mevcut yapısını aşmış durumdadır.

Köleleştirilmiş insanlığın can damarlarının herkes tarafından ayrı ayrı ortak bir plan ve merkezi bir irade olmaksızın sömürülmesi, verimlilik açisindan istedikleri etkinliği yaratmamakta, beklenilen azami sonucu vermemesinin yanı sıra, soyguncuların isteklerinin yanı sıra, soyguncularının isteklerinin aksine çeşit çeşit sürprizi de beraberinde getirmektedir.

Görülüyor ki, sömürgeler ile yarı sömürgelerin ve insanlığın geriye kalan kısmının mevcut sömürülme sistemi, onların bedenlerindeki kanın devinimini tamamen durdurmak için yeterli değildir. Onlar, yaşamsal yeteneklerini muhafaza edebilir... Yaşayabilir, soluyabilir ve zaman zaman bu istismarcılar, başkalarının mallarını bölüşmek için kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında, onlara karşı ayaklanabilirler.

Fakat... Batılı halklar, sömürge halklarının bu tür hareketlerine göz yumma gibi bir 'lüks'e izin verebilirlermi?.. Elbetteki hayır.

isteseler de istemeseler de, kendi maddi kültürlerinin iç yapısının değiştirilmesi: yeni, daha ileri, daha düzenli ve mükemmel bir ekonomik yapının oluşturulması, ekonomik gündemlerini işgal etmektedir...

Ve başka türlüsü de olamaz.

İçinde bulunduğumuz ve artık geçmekte olan dönemde, metropolya halklarının maddi kültürünün iç yapısının özelliği nedir?..

Bu özellik, iki temel üzerinde bina edilmiştir:

Ulusların kendi içlerinde özel mülkiyet. Diğer bir deyişle, üretim araçları ve elde edilen zenginlikler, ister ulus içersinde, ister değişik ulusların arasında, göreceli olarak dağınık durumdadır.

Birinci hususu, ulusun kendi içindekimülkiyet olgusunu ele alalım: Bu husus, batılı halkların maddi kültürünün gelişme süreci içinde hangi sonuçları vermektedir?.. Bunlardan birincisi, mülkiyet sahipleri- yani kapitalistler ve onların oluşturdukları gruplar (tröstler, karteller vb.) - bazı durumlarda ise değişik sanayi dalları arasında yaşanan rekabettir, Bunlar, kazanç ve daha büyük karlar peşinde koşarak birbirleri ile mücadele ediyorlar ve enerjilerinin büyük bir kısmını, bu mücadeleye harcanıyor.

Doğrudur... Sözkonusu rekebet, özel mülkiyete dayalı kapitalizmin tek ve zaruri ilkesidir. Sermayenin birikimi ve merkezileştirilmesi açısından ilerici bir rol oynamaktadır. Fakat, toplumsal çapta ve bağımsızlığa kavuşmak için can atmakta olan sömürgelerin var olduğu bir ortamda, böylesi bir rekabet, metropollerin istismar yeteneğini azaltmakta olan bir faktördür, örneğin, herhangi bir ingiliz, bir ingiliz kapitalist kuruluşu ile iş yapmak için Hindistan'a gidecekse, kendi sermayesinin bir kısmını benzeri bir ingiliz kuruluşu ile mücadele etmeye harcamak,güç ve imkanlarının bir kısmını bu yolda kaybetmek zorundadır.

İngiliz sermayesinin Hindistandaki soygun düzeni, ulusal düzeyde bir merkezileşme ve işbirliğinin olmayışı yüzünden, merkezileşme durumunun sonuç ve verimliliğin tamamını yüzde yüz olarak temin edememektedir, özel mülkiyet ilkesi, metropollerin gücü açısından diğer bir olumsuz faktörü, ulusun kendi içindeki sınıflararası eşitsizlikten doğan sınıf mücadelesini de beraberinde getirmektedir.

Sınıfların mücadelesi ortamı nda, Avrupa'da mevcut olan başlıca sınıfların ideolojisini yansıtan üç siyasi akım oluşmuştur:

Bu y ü k .Burjuvazinin -siyasi ideolojisi olan konservatizm..

Orta ve küçük burjuvazinin siyasi ideolojisi olan liberalizm ve işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm.

Bu sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele, ki fiilen ve belli ölçülerde siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtmaktadır, bazı durumlarda metropollerin sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacaktır.

Bu noktada, rusyanın 1904 yılında Rus- Japon savaşında yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde, Rusya içinde yeterince açık görünen bir sınıf mücadelesi yaşanmış... Liberal Rus ticaret- sanayi burjuvazisi, feodal toprak burjuvazisine yönelik birtakım talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da, bumların her ikisine yönelik siyasi taleplerle ayaklanmıştı.

Bu durum, Rusların savaş alanlarında yenilmelerinin başlıca nedenini oluşturmuştu.

Bu örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, Türkiye'nin uluslararası emperyalist çeteler üzerinde 1922 yılında muzaffer oluşunu gösterebiliriz. Ki bu zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye, ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk ulusu'nun tüm sınıflarının oluşturduğu bir bütndü. Düşman ceohe

ise.ulusal ve ve sınıf çelişkilerinin fokurdamakta olduğu bir volkandı.

Ve biz burada bir hususu tesbit etmek zorundayız:

Çağdaş koşullar içersinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi, yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyici faktördür!

Yukarıda hatırlatmış olduğumuz ikinci husus: metropolya halkları arasında özel mülkiyet, diğer bir deyişle bunların ulusal rekabeti ve bu uluslar arsında mücadeleyi tahrik eden maddi kültürlerinde görülen bölünmüşlük de böyle bir faktördür. Bu faktörün varoluşu, dünyanın efendileri olarak metropolya halklarının durumlarını zorlaştırmakta, onların sömürgelere karşı ortaklaşa uygulamakta oldukları baskıları zayıflatmakta, sömürgelere manevra ve belli bir hareket imkanı sağlamaktadır. Türkiyenin bağımsızlığını muhafaza edilişi, Afganistan'ın bağımsızlığını ihya edilişi, Mısır'da bağımsızlık eğilimi belirtilerinin artışı nasıl mümkün olabilmiştir?

Hindistan'da, Marakeşte, Çin'de ve buna benzer yerlerde ulusal kurtuluş hareketlerinin güç kazanması hangi zeminde gerçekleşebilmiştir?..

Polonya gibi bazı eski ülkelerin yeniden ihya olması: Çekoslovakya, Letonya, Estonya, ve İrlanda'nın kurulabilmeleri nasıl gerçekleşebilmiştir?..

Nihayet Rusya'daki Rus olmayan ulusların ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazanması hangi zeminde gerçekleşmektedir?..

Tüm bunlar .aslında metropollerin madde kültürlerinin bölünmüşlüğü sayesinde mümkün olabilmiştir. Metropolya halklarının kendi aralarında birincilik ve dünya hegomonyası uğrunda kavgaları sömürgelere karşı uyguladıkları baskıların gevşemesine neden olmakta ve bu sonuncuların siyasi bağımsızlık mücadeleleri için imkan sağlamaktadır,

ikinci çelişkiye, SÖMÜRGE ve YARISÖMÜRGELER'in kurtuluş mücadelelerine gelelim... Böyle bir hareket gerçekten varmı? .. Eğer var ise gerçektende gelişiyor ve büyüyormu?. Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim:

Japonya: Yarım asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarı sömürge bir ülke idi Uluslararsı politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması, Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa'nın Jandarması ve azılı feodal emperyalist olan Rusya'yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile!..

Aradan 10 yıl bile "geçmemiştir ki, Japonya, Rusya'dan sonra diğer bir Avru palı emperyalist devletin Almanyanın ezilmesine iştirak ediyor.

Uzun süreli mi, değil mi?. Şimdilik Almanya rayından çıkartılmıştır. Japona ise ingiltere'ye karşı, Fransa, Çin ve Rusya'yı içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri gerçekleşirse, yarın deniz ötesi devleti ABD'ye karşı bloka da iştirak edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması, Japon sanayi ve ticaret sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır, avrupalı emperyalist devletlerin parça parça edilerek ezilmeleri, Japonyanın çıkarlarına uygun düşmektedir.

Türkiye: Bu ülkede olup bitenler, çilekeş Türk Ulusu'nun en azılı düşmaniarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma başlamaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını kendi içlerinde denemiş oldular.Türkiye'nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydılarının süngüleri gereken kişilere gereken derslerini vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler

. Eğer 400 yıl önce Rus Çarları, Kazan'ı, Kuzey Türklüğünün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının üzerinden geçerek Doğu'ya ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine Doğuya doğru doğru kendilerine yol açabilmek için Güney Türkler- Osmanlıları yenmek zorundalar.

Batılı Halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadımı? Batılı halklar, Asya ve Afrika'daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk- Osmanlı savaşçılarının cesetleri üzerinden geçmek zorundalar.

Kazan'ın Rus saldırıları karşısında düşü şu de bir gün içersinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan'ın işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi; Moskova ile Kazan arasındaki mücadele, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf için pek kolay olmadı. Yenilenler ile yeneler arasında acımasız katliamlar ve kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra, yenilenlerin azimleri kırıldı.

Türkler'i zayıflatmak: Balkanlar'ı, Mısır'ı, Arabistan'ı, Mezopatamya'yı Türklerin ellerinden almak için mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye'yi sindirmek nasip olmadı. Olmayacaktırda..

Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır.

Türkiye yalnız yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu'ya da hayat verecektir.

Çin: Dünya üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin Halkı, uzun süre uyudu. Fakat sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini doğrultmakla meşguldür.. Ama yakında ayağa kalkacaktır. Artı hiç kimse onu yatakta tutamaz.

Son yıllar içersinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu göstermektedir. Çin Halkı, 1911 Devrimini yapabildi. Bir devrim daha yapabilir. Çin'in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir yumruk haline dönüşmüştür ki, Batılı halklar bu yumruğu yedikten sonra kendilerine çok zor gelirler.

Çin'de periyodik olarak görülen iç savaş patlamaları, 400 milyonluk Çin Halkın'nm vereceği büyük konserin sadece uvertür kısmıdır. Çin Halkı'nın bu kanlı iç savaşında onbinler, hatta yüzbinler ölebilir. Fakat bu kurban verişler kaçınılmazdır.ve verilen kurbanlar boşuna verilmiş olmayacaktır. Çin'de iç savaşlar, Çin Halkı'nın bütünleşme sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için bir kaç on yıl daha geçecektir.

Hindistan: Hindistan da uyanmaktadır. Hindistan'ın canlanma süreci, Çin'e kıyasla Jaha sancılı yaşanmaktadır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Hindistan Avrupalı aşkiyalar arasında en güçlü olanın-ingiltere'nin- sömürgesidir.Fakat bu eski deniz korsanı her nekadar korkunç olursa olsun. Hindistan'ın kurtuluş hareketinin karşısında dayanamayacaktır, ingiltere: baskı, satmalına, provakasyon ve diplomatik cambazlıklar! ile Hindistan'ın kurtuluş sürecini belki bir parça geciktirebilir, ama asla durduramaz.

Hindistan'ın kurtuluşu dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi, zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi bilinmektedir. Hindistan halkının direnişinde görülen bu tür geçici inişler, yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve daha korkunç dalgaların gelmekte olduğunu haber vermektedir. Biz, kesinlikle eminiz ki, birgün gelecek, Hindistan'ın kurtuluş hareketi, Ingilterenin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı - Mısır'ı, Marakeş'i ve Rusya'nın sömürgelerini de etkileyecektir.

Batının zulmünden kurtuluş korosu Mısır, Marakeş ve Rusya sömürgelerinin hareketleri ile bir kat daha güç kazanmaktadır. Ve bu hareketler Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümüde emperyalizmden, daha doğru bir deyişle batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir. Yalnızca, ülkelerin ve zamanların koşullarına bağlı olarak biçim ve tempo yönünden farklılık arzedebilirler. Güçlü veya zayıf... Hızlı veya yavaş... Fırtınalı veya sakin... Büyük veya küçük çaplı olabilirler.

Rusyanm Sömürge Halkları Mısır, Marakeş ve Batı'nın diğer Asya ve Afrika sömürgelerinde görülen hareketler üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayacağız. Zira, bunların ana çizgileri gayet iyi bilinmektedir. Burada, Rusya'nın sömürge halklarının kurtuluş hareketlerini gözden geçireceğiz. Bizim tesbitlerimize göre, Rusyanm sömürgelerinde-Türkistan, kafkasya, Ukrayna, Belarusuya'da - Türk Fin ve Moğol halklarının kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır.

Rusyanın Japonya karşısında aldığı ve 1905 Devrimi'ne neden olan yenilgi, bu ülkenin sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkan sağlamıştı. Rusyanm dünya savaşı sırasında batı ve Kafkas cephelerinde uğramış olduğu yenigiler, 1917 Devrimi'ne neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini hızlandırdı. Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya'dan kopmaları, egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve Belarusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birliktertam 10 özerk ulusal cumhuriyetin kurulması bu görüşün eh somut kanıtlarıdır.

Pan-Rusist'ler ve Pan-Rusistlerin yandaşları, 'demokrat' veya 'komünist' hangi maskenin arkasına saklanırsa saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bölgeleri sıradan Rus eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsalar da, şimdilere kadar bu arzularını gerçekleştirememişlerdir. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele veren ulusların artmakta olan aktifliği karşı sında, ne tür cambazlıklara baş vursalar da, yine de yapamayacaklardır. Bugüne kadar her ne yapmışlar ise herşey, onların istediklerinin tamamen tersine sonuçlar vermiştir.

Pan-Rusist'ler, SSCB'nin kurulması ile fiilen tek ve bölünmez Rusya'yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Velikorus egemenliğini yeniden temin etmek istediler.

Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova'nın Pan-Russist merkeziyetçi eğilimleri karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (Sovyetler Birliği Merkez idare Kurulunun son Genel Kurulun da Millletler Sovyeti toplantısında olduğu gibi.)

Moskova Türkistan'ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için Turan halklarını muhtelif küçük kabilelere bölmektedir.

Fakat en geç iki yıl içersinde, Turan'ın bu bölünmüş parçaları yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek: daha güçlü, kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.

Rusya bu gün Moğalistan'ı, Çin'den ayırmakta ve bu ülkeyi 'ehlileştirmek' istemektedir. Moğalistan da Moskava'nın kucağına oturmanın pek aleyhinde değilmiş gibi gözüküyor.

Fakat bu ıvıogaıısıan yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı başarır da kendi Kuruldan'ını (kurultay) sağlamlaştırsa, bu duruma ne der, orası belli değildir.

Son Rusya devrimi deneyiminden hareketle bu sonuca varıyoruzki, Rusya da iktidara hangi sınıf gelirse gelsin, bu ülkenin eski 'ihtişam' ve 'gücü'nü hiç kimse yeniden geriye getiremez.

Rusya, çok uluslu bir devlet ve Rus devleti olarak, kaçınılmaz olarak parçalanmaya ve bölünmeye doğru gitmektedir. Sonuçta iki şeyden birisi olacaktır YA RUSYA KENDİ ULUSAL PARÇALARINA AYRILARAK BİRKAÇ YENİ VE ULUSAL DEVLET OLUŞACAK.. YA DA RUSYA'DAKİ RUS HAKİMİYETİ'NİN YERİNE ULUSLARIN ORTAK HAKİMİYETİ GELECEKTİR. DİĞER BİR DEYİŞLE, RUS HALKI'NIN TÜM DİĞER HALKLAR ÜZERİNDEKİ DİKTATÖRYASININ YERİNE, BU HALKLARIN RUS HALKI ÜZERİNDE DİKTATÖRYASI GERÇEKLEŞECEKTİR!

Bu ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir, ihtimaldir ki, birinci şık gerçekleşecektir. İkincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum birinciye geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir.

Bu gün SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir. Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpmışılarıdır. Rusyanın dağılması fonunda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net bir biçimde belirmektedir. UKRAYNA (Kırım ve Belarusya ile birlikte), KAFKASYA (Kuzey Kafkasyan'nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir), Turan (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı ve Türkistan Cumhuriyetleri Fedarasyonu olarak) Sibirya ve VELİRUSYA... Artık Rusya'dan kopmuş bulunan Fillandiya, Polonya ve küçük Ballık devletlerini burada saymıyoruz.

Sömürge ve yarısömürgelerin gerçekleri bu şekilde ortadadır. Bu kurtuluş hareketleri verdir.. Gerçektir... İlerleyecek ve gelişecektir!

Yolumuz, Doğru Yoldur

Pravda Gazetesi'nin haberine göre, Batı Avrupalı işçilerin 21 Haziran 1919 günü beklenen grevi, başarılı olamadı; ihtimaldir ki, Avrupalı işçiler, bu konuda kendi menşeviklerini dinlemiş ve grevden vazgeçmişlerdir. Avrupalı işçilerin kendi burjuvaları ile aynı yolu takip ettiklerini zaten biz eskiden beri biliyoruz. Gerçekten de...

İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan burjuvazileri, herkesin gözlerinin önünde Almanya, Türkiye ve Avusturya'yı talan etmekle uğraşıyor. Rusya'daki devrimi bastırmak için de Rus burjuvazisine ve Rus toprak ağalarına açıkça destek veriyor. Kolçak'ın, Denikin'in alçaklıklarını görerek Sovyet Hükümeti'ne karşı mücadele etmeleri için onlara silah ve para yardımında bulunuyor. Fakat, bütün bunlara rağmen İngiliz, Fransız ve İtalyan işçiler, bugüne kadar kendi burjuvalarının gırtlaklarına sarılamadılar. Onları, dünya devrimine karşı mücadeleyi durdurmaya zorlayamadılar. Evet... Avrupalı işçilerin bir kısmı mücadele ediyor, grev de yapıyor. Fakat, bu grevlerin büyük bir çoğunluğu ücret artışı veya bıyık bırakma izni gibi konularla ilgili. Bu isteklerin yerine getirilmesi de İngiliz ve Fransız burjuvazileri için hiç de zor bir şey değil. Çünkü, bununla hiçbir şey kaybetmiyorlar. Yeter ki Hindistan, Küçük Asya, Arap ülkeleri, Mısır,  Marakeş,  İran ve diğer sömürgelere bir şey olmasın!... Buna göre de hiçbir şey değişmiyor. Görüyoruz ki, Bukharin'in, rahmetli Sverdlov'un ve Avrupa devriminin hemen başlayacağını ümit eden ve bekleyen diğer 'sol' bolşeviklerin dikkat odağı olan Batı Avrupa, her şeye rağmen kendi yoluna devam ediyor. Rusya devriminin hayatiyet kazandırmasını Batı Avrupalı işçilerin devrim hareketine koşullandıran 'Avrupalı' komünistlere bunu anlatıyoruz. Elbette ki, Avrupalı işçilerin ezilenlerin devrimsel hareketine entegre edilmelerine diğer bir deyişle İngiltere, Fransa, Amerika ve İtalya'daki işçilerin sınıfsal mücadelesine büyük önem verilmesi gerekmektedir. Ne var ki, tüm dikkatlerin bu noktalarda yoğunlaştırması yanlıştır. Bizce, başlıca dikkatin Doğu'ya, Avrupa sermayesinin baskısı altında inleyen ve bir türlü kurtulamayan ülkelere odaklanması gerekmektedir. Doğu ülkelerine yaklaşımlarda, Parti'nin VII. Kongresi'nin eskiden bu yana ezilmekte olan Doğulu halkların kurtuluşu doğrultusunda göstermiş olduğu olanakların genişletilmesi zorunludur. Kendi ayaklarının üzerine basabilmeleri için Tatarlara, Başkurtlara, Kırgızlara, Türkistan ve Kafkas müslümanlarına bir an önce yardım edilmesi gerekmektedir. Bu halkları organize ederek, bütünleştirerek ve silahlandırarak İran ve Afganistan üzerinden, onların devrimci güçleri ile bir arada, Türkiye'ye Arap ülkelerine Hindistan'a yönlendirmek gerekir ki, buraları Avrupa sermayesinin elinden kurtarsınlar. Dünya devriminin bir tek yolu vardır. Biz Doğulu Bolşevikler, bu yolu gösteriyoruz. Daha net bir şekilde ifade edecek olursak, her şeyden önce Doğu ülkelerini kudretli Avrupa sermayesinin elinden kurtarmak ve bu sermayeyi hammaddeden mahrum bırakmak gerekir. Ancak bundan sonra İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin işçileri kendi burjuvazilerinin gırtlaklarına sarılabilecekler ve ancak bundan sonra bu ülkelerde devrim başlayabilecektir. Avrupa sermayesinin istismar etmekte olduğu ulusları ayağa kaldıramazsak, onlara ruh veremezsek ve bu sermayenin bizzat da kendisine karşı mücadele etmeleri için silahlandıramazsak, dünya devrimi başlayamayacaktır. Emperyalizmi, yani bir halkın diğer bir halk tarafından istismar edilmesini ve kapitalizmi bitirmek tüm dünyada sosyalizmi kurabilmek için ilk önce ezilen Doğulu halkları silahlandırmak gerekmektedir. Devrimi uluslararası kılabilmek için tek bir sloganı rehber edinmişiz ve bugün bunu herkes iyice işitsin diye yüksek sesle haykırıyoruz: RUSYA'DA BAŞLATILMIŞ OLAN DEVRİM CEPHESÎNÎ BİR AN ÖNCE DOĞU ÜLKELERİNE KAYDIRMAK GEREKİR, ZİRA ONUN ESAS YERİ ORASIDIR!  SOVYET HAKİMİYETI'NİN AVRUPA'YA UZANAN DOĞRUDAN YOLU, DOĞU DÜNYASI'NDAN GEÇMEKTEDİR!

* (Kızıl Armiya Gazetesi, 28 Temmuz 1919, sayı 10 (Halit Kakınç bu makaleyi KGB Arşivleri’nden çıkartmış ve Türkçe’ye çevrilmesini sağlamıştır.) Alıntı ULUSAL DERGİSİ, 5/6 KIŞ/BAHAR 1988 sayısından alınmıştır.

Sultangaliyev

Diplomasiyi Güç ve Çıkarla Algılamak

Osmanlı İmparatorluğu’nun ünlü Maarif Nazırı Haşim Paşa, “Şu mektepler olmasa, Maarif ne güzel idare edilirdi” dermiş. ABD’nin Usame Bin Ladin’i bulma gerekçesiyle Afganistan’ı, Saddam’ı yakalayıp, kimyasal silahlarına el koyma bahanesiyle de Irak’ı işgal etmesi, Haşim Paşa gibi, işin kolayına kaçan çok sayıda “uzman”ımız olduğunu gösterdi.

Saddam’ın yakalanmasının doğuracağı sonuçlardan, Büyük Ortadoğu Projesi’ne, İstanbul’daki bombalı saldırılardan, Avrupa Birliği’ne, İspanya’daki seçim sonuçlarından, uluslararası teröre dek her şeyi bilen, her konuda ahkam kesen, bilmediği, görmediği, tanımadığı coğrafyalardaki gelişmeleri, ajanslardan gelen yalan, yanlı, yanlış, güvenilirliği ve doğruluğu tartışmalı haberlere dayanarak, üstelik anında yorumlayan ne kadar da çok yorumcumuz varmış. Gazeteci, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı, emekli diplomat, akademisyen, stratejist vb. “ağır” ve “ayrıcalıklı” ünvanlar kullanan bu kerameti kendinden menkul yorumcuların büyük bölümünün aslında, yeni, farklı, özgün, kayda değer, bilimsel, tutarlı şeyler söylemediklerini gördük. Söylediklerine aman zaman çok da güldük. Ama bu arada zaman da kaybettik.

ABD’nin Avrasya coğrafyasına kalıcı biçimde yerleşmek için, bahaneler ürettiği, nedenler yarattığı, gerekçeler icad ettiği, sebepler uydurduğu anlaşıldı. Büyük Ortadoğu Projesi benzeri politikalar geliştirdikçe, coğrafya, ekonomi, enerji kaynakları ve dış politika arasındaki yakın ilişki, daha çok göze batmaya başladı. Bu arada, herşeyi bilen uzmanların büyük bölümünün kapıldığı bir moda da dikkatimizi çekti: “Bir ülkenin dış politikasını, coğrafyasından ayrı ele almak”.

ABD, siyasi ve askeri varlığını tahkim edip, güçlendirmek için, haksız- hukuksuz da olsa, bir başka ülkenin toprağına tecavüz sonucu da gerçekleşse, yoksul bir halkın kanı ve gözyaşı üzerinden de kazanılsa, yeni bir üs daha yarattı kendine Ortadoğu’da. Ve gelip burnumuzun dibine yerleşti. Adeta bir bölge ülkesi, “komşu devlet” oluverdi. Sonra da Mehmetçiğin kafasına çuval geçirdi. Saddam’ı yakaladı. Ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni yaşama geçirmek için, moda deyimle düğmeye bastı.

Sam Amca’nın tüm bu çabaları, coğrafi bütünlük olmadan, ittifakların zor yürüyeceği, amacına ulaşmakta güçlük çekeceği, uzun süre yaşayamayacağı gerçeğinin, ABD için bile geçerli olduğunun kanıtıydı. Bu yüzden yıllardır parasıyla, puluyla, devşirmeleriyle, ajanlarıyla, “sivil toplum örgütleriyle”, “yerel” politikacılarıyla, 5. kol faaliyetleriyle, şirketleriyle, siyasi ve askeri gücüyle varolduğu, uzaktan kumanda ettiği bölgeye, bizzat gelip yerleşmek gereği duymuştu. NATO’dan IMF’ye dek, dünyada farklı amaçlar için kurulmuş uluslararası örgütlerin büyük bölümünü denetleyen ve yönlendiren ABD için bile, coğrafi bütünlük gerçeği, kendisini dayatıyordu. Üstelik ABD’nin yerleştiği coğrafya, enerji coğrafyasıydı. Kalıcı olmak için gelmişti Bağdat’a. Öldürerek özgürleştirecek, işgal ederek demokratikleştirecekti Irak’ı. İngiliz Başbakanı Churchill’in yıllar önce, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” dediği anımsanacak olursa, “Kimyasal silahlar sadece bahaneydi” diyen ABD’nin niyeti, daha kolay anlaşılmaktaydı.

Gürcistan’daki iktidar değişikliği, Irak, İran ve Suriye’deki karışıklıklar, Kosova’daki çatışmalar, Acaristan’daki gerginlik, ülkemizde ulus devleti, kamusallığı ve ulusallığı tasfiye etmek için hazırlanan, federal devletin, eyalet sisteminin yolunu açan, yurttaşın yerine müşteriyi koyan Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ve Yerel Yönetim Reformu, bu gözle okununca, gerçekler ve gerekçeler daha net görülüyordu.

Ancak, Samuel Huntington’la öğrenip, Graham Fuller’le bilen, Henry Kissinger’la ağlayıp, Paul Henze’yle gülen, Paul Wolfowitz’le görüp, Dick Cheney’le anlayan, Morton Abromowitz gibi bakıp, Bush gibi konuşan kimi entellektüellere ve yorumculara göre, işler güllük gülistanlıktı. ABD her zaman haklıydı ve güçlüydü. Üstelik bölgeye demokrasi, istikrar, insan hakları, piyasa ekonomisi ve refah getiriyordu. Türkiye bu senaryoda aktif rol almalıydı. Dünyaca ünlü bir işadamı, “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, Türk ordusudur” dememiş miydi? Hem üstelik, bağımsızlığın ve ulus devletin modası da geçmişti. Batı’yı haklı çıkarmak, Batı’nın üstünlüğünü sürdürmek ve meşrulaştırmak için, bizzat Batılılarca üretilen, “kuramların”, “yorumların”, çoğu tespit değil, temenni olan görüşlerin fazlasıyla etkisinde kalan, kimi zaman da “tamamen duygusal” bazı ilişkilere girenler, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması sürecinde aktif rol alırsak, karlı çıkacağımızı söylüyorlardı.

Uluslararası ilişkilerin özünün çıkar çatışmalarına dayandığını, bu alanda tek geçerli olan şeyin güç olduğunu, sürekli olarak haksızlık ve çifte standart yapıldığını, kimsenin, ötekinin hakkını, hukukunu gözetmediğini, diplomasinin ahlak ve erdeme dayanmadığını biliyor ama bilmezden, görüyor ama görmezden geliyorlardı. Küreselleşme sürecinin, gelişmiş Batı ülkelerince yeni bir emperyalizm olarak dayatıldığını gör(e)meyen, Türkiye için AB’den ve/veya ABD’den başka yaşam alanı tanımayan, “AB’ye girmezsek öldük, bittik, mahvolduk”, “Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” diye yazan bu uzmanlar, galiba şunları unutuyorlardı:

- Diplomaside, karşılıklılık, eskilerin deyimiyle mütekabiliyet ilkesi esastır.

- Dünya, güç ilişkileriyle değerlendirilir. Uluslararası ilişkilerde güçlü olan kazanır. Uluslararası hukuk, güçlüye pek işlemez, onu caydıramaz.

- Bir ülke dış yardımlarla değil, öncelikle kendi öz kaynakları ve ulusal politikalarıyla kalkınır.

- İnsan hakları, hukuk devleti, özgürlükler, demokrasi, piyasa ekonomisi, uluslararası meşruiyet gibi sözler, temeldeki ana çatışmayı, asıl kavgayı, yani devletler arasındaki çıkar çelişkisini gizlemez.

Bunun için şu sayı ve istatistiklere bakmak yeter.

Irak’ta durum:

- Tarafsız kaynaklara göre, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ölen Iraklı sivil sayısı, 70 bin ile 100 bin arasında. Yani, her 357 Iraklıdan biri, ABD işgalinden sonra öldü.

- Iraklıların yüzde 75’inin düzenli elektrik enerjisine kavuşmaları, 2005’te gerçekleşecek. Bağdat’ta düzenli olarak elektrik kesintisi uygulanıyor.

- Petrol ülkesi olan Irak’ta, petrol ve petrol ürünleri karaborsada. İşgal öncesinde rafineriler ayda 2.4 milyon varil üretim yapıyordu, işgal sonrasında üretim 1.25 milyon varile indi.

- Çocuk ölümleri işgalden sonra ikiye katlandı. 2002’de bin canlı doğumda, 57 bebek ölümü oluyordu. İşgalden sonra bin canlı doğumdan 103’ü ölümle sonuçlanmaya başladı. Çocukların yüzde 20’si, yeterli tıbbi bakıma kavuşamadan ölüyor.

- Irak’ta 15 bin okul, 1.5 milyon ortaöğretim öğrencisi var. BM, işgal öncesinde 7 bin okulun tamire ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı. İşgal sonrasında 175 okul tamir edildi.

- Her 5 Iraklıdan 3’ü gıda yardımına muhtaç. 1990 öncesinde, yani BM yaptırımları öncesinde Iraklılar, Ortadoğu’nun en iyi beslenen halkıydı.

- İşgal öncesinde, sağlıklı içme suyuna ulaşabilen Iraklı oranı yüzde 85’ti. İşgal sonrasında bu oran yüzde 60.

Dünyada durum:

- 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki büyük dünya savaşında 60 milyondan fazla insan öldü. Hala yaklaşık 50 milyon insan silahlı çatışmalar sürecinde yaşıyor. Son 10 yılda 2 milyon çocuk, savaş ve çatışma ortamında yaşamını yitirdi. 35 ülkede, 300 bin çocuk hükümet ya da muhalif güçler adına savaşıyor. 85 ülkede çocuklar değişik amaçlarla askere alınıyor. 90 ülkede 100 milyon çocuk kara mayınlarının tehlikesi altında. 1945’ten beri savaşlarda 23 milyon insan, önlenebilir hastalıklar yüzünden ise 150 milyon insan öldü. Son 10 yılda iç savaşlarda 5 milyon kişi öldü, 6 milyon kişi sakat kaldı.

- Dünyada 500 milyon küçük silah serbestçe el değiştiriyor.

- Yarım milyonu bilimadamı olmak üzere, toplam 15 milyon kişi silah ve silah geliştirme endüstrisinde çalışıyor. Dakikada 1.9 milyon dolar askeri harcama yapılıyor. Kişi başına düşen patlayıcı madde miktarı 1.8 ton. Oysa, 10 milyon adet mermiye harcanan parayla, 6 ölümcül hastalığa karşı 7.7 milyon çocuk aşılanabilir, beş saatlik silahlanma için yapılan harcama ile Afrika’da her yıl 1 milyon çocuğun ölümü engellenebilir, bir tek uçak gemisine harcanan para ile 400 bin kişi bir yıl boyunca beslenebilir.

- Dünyada 800 milyon aç insan var. BM Gıda Örgütü’nün hesabına göre; bu sayının 2015 yılında 400 milyona düşürülmesi için, 25 milyar dolar gerekiyor. BM Dünya Gıda Örgütü’ne göre; dünyadaki açların sayısı artarken, ülkelerden gelen yardımlar azalıyor. 2003’de 82 ülkede, 100 milyon aç insana yardım yapılabildi. ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde savunma bütçesi, 350 milyar dolardan, 400 milyar dolara çıkarıldı. Irak’ın işgalinden sonra ise 500 milyar dolar yapıldı. ABD’nin yıllık savunma giderleri, 800 milyar ile 1 trilyon dolar arasında.

- ABD, önümüzdeki 5 yıl içinde silahlanmaya 2.1 trilyon dolar hadcamayı planlıyor. Bu para, Türkiye’nin ulusal gelirinin 14 katı.

- ABD’nin, 2003 yılında silahlanmaya ayırdığı pay, eğitime ayırdığı payın 7.6, sağlığa ayırdığı payın 8.08, sosyal güvenlik ve tıbbi yardım harcamalarına ayırdığı payın 49.5 katıydı. 396.1 milyar dolar ayırdığı silahlanma bütçesinin, 16.8 milyar dolarını nükleer silah programına tahsis etti.

- ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, bu ülkeden sonra silahlanmaya en çok pay ayıran 25 ülkenin toplam silahlanma harcamasından daha fazla. Yine ABD’nin silahlanmaya ayırdığı pay, tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin (Küba, İran, Irak, Suriye, Libya, Kuzey Kore, Sudan) silah harcamalarının toplamının 26 katı

- ABD ve yakın müttefiklerinin (NATO, Japonya, Avustralya, Güney Kore) toplam silahlanma harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamından fazla. Yani, dünyadaki toplam silahlanma harcamasının üçte ikisi, ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin silahlanma harcamalarının toplamının ise 39 katı.

- ABD’nin tehdit olarak gördüğü 7 ülkenin toplam silahlanma harcamalarına, Rusya ve Çin’in silahlanma harcamaları eklendiğinde, 117 milyar dolara ulaşıyor. Bu toplam bile, ABD’nin silahlanma harcamalarının yüzde 30’una ulaşıyor.

- 15 milyon çocuk ailesinden ayrı yaşıyor. Dünya genelinde 300 milyon çocuk işçi var. Çocukların beşte biri beslenme yetersizliği çekiyor. 100 milyon çocuğun evi yok, sokaklarda yaşıyor. Günde 30 bin çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.

- Kuzey ile Güney, Batı ile Doğu, varsıl ile yoksul arasındaki gelir uçurumu derinleşiyor. Dünya ölçeğinde spekülatif kazanç yolları, yatırım ve üretimi önlüyor. Ücret düzeyleri arasındaki eşitsizlik artarken, istihdam yapısının bozulması nedeniyle, iş güvencesi tehdit altına giriyor.

- Dünyadaki toplam mal ve hizmet üretimi (GSMH) 33 trilyon dolar civarında. Toplam ihracat 6.5 trilyon doların üstünde. Ama dünyada 1 milyar işsiz var.

- 6.2 milyar olan dünya nüfusunun, 5.2 milyarı yoksul. 2025 yılında dünya nüfusunun 7.2 milyarı bulması, yoksul sayısının ise 6 milyarı geçmesi bekleniyor. 1.2 milyar kişi, günde 1 dolarla, 3 milyar kişi de, günde 2 doların altındaki geliriyle yaşamaya çalışıyor. Bu insanların üçte biri Asya’da. 2000’li yıllarda her yıl ortalama 13 milyon kişi, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Oysa bu insanları kurtarmak için kişi başına 5 dolarlık harcama yetiyor.  

- Şu anda 1.2 milyar insan gelişmiş ülkelerde yaşıyor, 2050’de de bu sayı aynı olacak. Halen, 5 milyar insan da geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. 2050 yılında yılında ise bu sayı 8.2 milyara ulaşacak. Yani 2050’de dünyada yoksulların sayısı, zenginlerin sayısının yaklaşık 7 katı olacak. Bu gidişle zaman, “Eğer kendi sınırlarımız içinde bir cennet yaratıp, dışarıda bir cehennem oluşmasına göz yumarsak, hayatta kalamayız” diyen eski İngiliz Başbakanı Clement Atlee’yi haklı çıkaracak.

- Dünyada 10 milyondan fazla mülteci, 5 milyondan fazla evsiz insan var.

- BM verilerine göre; son 30 yılda yoksul ülkelerin sayısı 25’ten 49’a çıktı. Bu ülkelerde 610 milyon kişi çok zor koşullarda yaşıyor. Yoksul ülkelere yapılan resmi kalkınma yardımları, 1990’larla birlikte yüzde 45 azaldı.

- Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.5 milyar insanın üçte biri, yani 1.5 milyar insan, içilebilir suya hasret. Her yıl savaş nedeniyle ölen 1 insana karşılık, su yoluyla bulaşan hastalıklar nedeniyle 10 kişi ölüyor. Yani her yıl 5 milyon insan, su yoluyla bulaşan hastalıklar sonucu yaşamını yitiriyor. 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyar 600 milyon kişiye ulaşacağı, gelecekte savaşların su için yapılacağı öngörülüyor.

- Dünyadaki petrol ve doğalgaz rezervleri 50 yıl sonra tükenebilir.

- Bilinen canlı türlerinin yüzde 12’si yokolmak üzere.

- İki milyar insan, yani dünya nüfusunun üçte biri, kansızlık, her 7 kişiden biri açlık çekiyor. Hergün 24 bin kişi açlıktan ölüyor. Her yıl 18 milyon kişi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle ölüyor.

- Saatte 300 kişi AIDS’ten ölüyor. Sıtma her yıl 2.6 milyon insanı öldürüyor.

- AIDS tehlikesi yaşayan Afrika ülkelerinin üretimlerinde 2005 yılında yüzde 14’lük bir düşüş bekleniyor.

- Sağlık harcamalarına ayrılan pay, az gelişmiş ülkelerde GSMH’nın yüzde 1’inin altında. Gelişmiş ülkelerde yüzde 6’nın üstünde. Türkiye’de ise yüzde 3.6.

- En yüksek insani gelişmişlik göstergesine sahip 20 ülke, askeri harcamalarının 3.5 katını eğitime, 4 katını ise sağlığa ayırıyor.

- UNESCO verilerine göre; dünya nüfusunun beşte biri okuma- yazma bilmiyor.

- Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, dünyanın en yoksul 48 ülkesinin GSMH’sından fazla. 475 dolar milyarderinin serveti, dünya nüfusunun yarısının toplam zenginliğine eşit. Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam geliri, 1 trilyon doları geçiyor. En yoksul 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam geliri ise 146 milyar dolar.

- Dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan ülkeler (BM’nin en son 191 üyesi vardı), dünya gelirinin yüzde 80’ini kontrol ediyor. 3 milyardan fazla insanla dünya nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan ülkeler ise dünya gelirinin yüzde 5’ini elde ediyor. Dünya nüfusu yüzde 20’lik 5 dilime ayrılırsa, birinci yüzde 20, dünya gelirinin yüzde 82.7’sini, ikinci yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 11.7’sini, üçüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 2.3’ünü, dördüncü yüzde 20 dünya gelirinin yüzde 1.9’unu ve beşinci yüzde 20 ise dünya gelirinin yüzde 1.4’ünü alıyor.

- Dünyanın en büyük 500 şirketi, tüm dünya ticaretinin üçte ikisini yürütüyor. En büyük 200 şirketin yıllık satış toplamları, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan 1.5 milyar insanın yıllık gelirinin toplamının 18 katı.

- Mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan 1.3 milyar kişinin yüzde 70’i kadın. 5-6 yaşlarında 6 milyon kız çocuğu işçi olarak çalışıyor. Dünya parlamentolarındaki kadın oranı yüzde 14.

Batı’da durum:

- ABD’nin GSMH’sı 10 trilyon doların üzerinde. İhracatı 800 milyar dolar, ithalatı 1.3 trilyon dolar. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının yıllık 18 bin dolar olduğu ABD’de, 2001 yılı verilerine göre 33 milyon yoksul yaşıyor. Resmi işsizlik oranı Eylül 2002’de yüzde 5.6 olarak açıklandı. 8 trilyon dolarlık ABD milli gelirinin yüzde 30’unu, ülkenin en zengin yüzde 10’luk dilimi kontrol ediyor. Yüzde 20’lik en tepedekiler ise gelirin yüzde 45’ini kontrol ediyor.

- AB’nin toplam GSMH’sı 8 trilyon dolar. İhracatı 1.4 trilyon, ithalatı ise 1.42 trilyon dolar. Avrupa’daki işsiz sayısı 50 milyonu geçiyor.

- Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı 2002- 2003 Küresel Rekabet Raporu’na  göre; teknolojik yenilikler açısından dünyada ABD ilk sırada. Teknolojik yenilikte önderlik, uluslararası alanda alınan patent sayısı ve bilimadamı ile mühendis sayısının ülke nüfusuna oranlanmasıyla yapılan hesaba göre; başta elektronik, optik malzeme, yazılım ve motorlu araç sanayi olmak üzere teknolojinin pekçok dalında ABD lider. Türkiye mikro ekonomik sıralamada 54., makro ekonomik endeksde 69.

- ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerde tarım günde toplam 1 milyar dolar sübvanse ediliyor. Yani Batı, “Gelişmiş tarımınız yoksa, gelişmiş gıda sanayiiniz de olmaz” gerçeğini çok iyi biliyor.

Türkiye’de durum:

- Türkiye, saatte 10 trilyon lira faiz ödüyor. Bu hesaba göre; Milli Eğitim Bakanlığı ödeneği 41 günlük, Sağlık Bakanlığı ödeneği 14 günlük, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ödeneği ise 6 günlük faiz ödemesine denk.

- 2003 Dünya Servet Raporu’na göre; Türkiye’de 30 bin dolar milyoneri var.

- Ülkemiz dünya gelir bölüşümünde, en adaletsiz 5 ülke arasında. Nüfusun en zengin yüzde 10’luk bölümü, gelir ya da tüketimden yüzde 32.3 pay alırken, en yoksul yüzde 10, gelir ya da tüketimden yüzde 2.3 pay alıyor. En zengin yüzde 1’lik kesim ise gelirin yüzde 29’una tek başına sahip. En zengin yüzde 1 ile en fakir yüzde 1 arasında 237 kat gelir farkı var. Nüfusun en alt yüzde 40’ı milli gelirin yüzde 13.5’ini alıyor. Ülkemizin doğusu ile batısı arasında milli gelir açısından 14 kat, en alt ve en üst yüzde 20’lik dilimler arasında ise 11 kat fark var. Kısacası, en yoksul yüzde 20, toplam gelirin yüzde 4.9’unu, en varsıl yüzde 20 ise toplam gelirin yüzde 54.9’unu alıyor.

- Ekonomist Mustafa Sönmez’in hesabına göre; ailelerin yüzde 1’ini oluşturan en tepedeki süper zengin kesim, para-sermayenin yüzde 17’sinin sahibi. İkinci sıradaki yüzde 9’luk kesim de eklendiğinde, nüfusun en tepedeki yüzde 10’u, bu gelirin yüzde 41’ini kontrol ediyor. İkinci yüzde 10, piyasanın yüzde 14’ünü denetliyor. Borsadaki 11 milyar doların 8 milyar dolarını, borsadaki 150 bin portföy sahibinin yüzde 1’i kontrol ediyor. Borsada 10 kişi, toplam portföyün yüzde 35’ini kontrol ediyor.

- Aylık yapılan açlık ve yoksulluk sınırı araştırmalarının ortalamasına göre; dört kişilik bir aile için açlık sınırı 500 milyon, yoksulluk sınırı 1 milyar 500 milyon lira dolayında.

- Genel olarak nüfusumuzun yarıya yakını (yüzde 43) yoksulluk, dörtte biri açlık sınırında yaşıyor. Nüfusun yüzde 2.4’ü aşırı yoksul, yani geliri günde 1 doların altında. Yüzde 18’i uluslararası yoksulluk sınırı olarak kabul edilen günlük 2 dolarlık gelir düzeyinin altında. 10 milyonu aşkın yurttaşımız günde 1 dolarlık gıda harcaması yapamıyor. Yoksulların yüzde 42.2’si 0-14 yaş grubundaki çocuklardan oluşuyor. Yoksulların yüzde 26.9’u okur-yazar değil. DİE’nin araştırmasına göre de; 12 milyon kişi, günde 1 doların altında para ile geçinmeye çalışıyor. Bir başka 12 milyon ise günde 2 dolar kazanabiliyor.

- Türkiye’de kişi başına yıllık et tüketimi 27 kilogram, süt ve süt ürünleri tüketimi ise 160 kilogram. Avrupa Birliği ülkelerinde bu miktar ette 87 kilogram, sütte ise 350 kilogram.

- BM 2002 İnsani Kalkınma Raporu’na göre; Türkiye insani gelişmişlik açısından Ermenistan, Beyaz Rusya, Fiji, Libya, Lübnan, Surinam, Kazakistan, Peru, Ukrayna gibi ülkelerin gerisinde. Kişi başına gelir düzeyi, insani kaynakların arttırılması, temel ihtiyaçlar, yaşam düzeyi, politik- toplumsal koşullar ve eğitim durumu gibi göstergelerin de ötesinde, özgürlükler, insani değer ve insanların kalkınmadaki rolü gibi etkenleri de kapsayan insani gelişmişlik kavramı sıralamasında Türkiye 85. sırada. Orta gelişmişlik düzeyi içindeki 84 ülke arasında ise 32. sırada.

- Ülkemizde, sağlıklı içme suyuna ulaşamayanların oranı yüzde 17. Yani 12 milyondan fazla insanımız sağlıklı içme suyundan yoksun. Su kaynaklarını verimli ve tutumlu kullanmayan, aksine hızla tüketen ve kirleten Türkiye’nin, önümüzdeki 25 yılda temiz su sıkıntısıyla karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekiliyor.

- Türkiye, Kasım ve Şubat krizleri sonucu, toplam varlığının üçte birini kaybetti. GSMH’sı üçte bir oranında küçüldü, iç ve dış borçlar üçte bir arttı, ithalat üçte bir oranında azaldı. Hanelerin tüketim harcamaları dolar bazında yüzde 24 azalırken, tüketimi en çok kısılan ürünler gıda harcamaları oldu. Türkiye’de kişi başına borçlar, kişi başına gelirleri geçti.

- Dünya Bankası’nın üzerinde “gizli” ibaresi bulunan raporuna göre; kriz 2.3 milyon kişiyi işsiz bıraktı. Bu sayı, 2001 yılında istihdamın yüzde 10.6’sına denk geliyordu.

- 13 milyon insanımız işsiz. Üç üniversite mezunundan ancak biri iş bulabiliyor. Kentlerde eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde 29.1’e ulaşmış durumda. İşsizlikte OECD dördüncüsüyüz.

- İç ve dış borç toplamı 210 milyar doları geçen Türkiye’de, 1980 sonrası hortumlanan para 120 milyar dolar.

- 2023 yılında 450 milyar dolar ihracat, 550 milyar dolar ithalat yapmayı öngören Türkiye, IMF’ye en fazla borçlu olan ülkeler arasında.

- Birbiriyle yakından ilgili üç sorun olan üretimsizlik, işsizlik ve eşitsizlik belalarını yenemeyen Türkiye, rant, repo, faiz kazançları için, spekülatif kazanç açısından tam bir cennet. Akıllı bir spekülatör, ABD’de 30 yılda kazanacağı faizi, Türkiye’de 6 ayda kazanabiliyor.

- Ankara Ticaret Odası’nın araştırmasına göre; krizlerin de etkisiyle Türkiye’deki kahvehane sayısı 400 bin, meyhane sayısı 15 bine çıkarken, sinemaya gidemeyen ve kitap okuyamayanların sayısı 40 milyonu buldu. Kültür Bakanlığı’na bağlı toplam kütüphane sayısı 1394.

- Ülkemizde 3 milyon çocuk, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Her 3 çocuktan biri çalışıyor. 1.6 milyon çocuk, her türlü iş güvenliğinden ve sağlık koşullarından yoksun çalışıyor.

- Türkiye potansiyelini kullanma ve kaynaklarının katma değerini yükseltme konusunda hem siyasal, hem bilimsel açıdan başarısız. “Sanayi ülkesi olacağız, Avrupa’nın meyva bahçesi olmaya gerek yok” düşüncesiyle tarımı adeta planlı, programlı, kasıtlı olarak çökerten Türkiye, amaçladığı ölçüde bir sanayi ülkesi olamadı. Ama tarımsal olarak çöktü. Bir zamanlar, dünya üzerinde kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olan Türkiye, artık tarımda dışa bağımlı. AB ülkesi olan İtalya, Fransa gibi ülkeler tarıma dayalı sanayinin önemini yıllar önce kavramışken, Türkiye bu alanda yeterli atılımı gösteremedi. Önemli ölçüde küçük aile işletmeleri yani KOBİ oldukları için, ürünün ve paranın geri dönüşü bir yıldan az olduğu için, iklimimiz, coğrafyamız ve toprağımız uygun olduğu için, ülkemizde nüfusun yarısı kırsalda yaşadığı için, önemli bir istihdam kaynağı olduğu için ve stratejik önemi olduğu için önem vermemiz gereken tarıma dayalı sanayiye gerekli yatırımı yapmadık. Yunanistan bizden 4, İspanya 6 kat fazla zeytinyağı üretirken, biz zeytinliklerimizde maden aradık, yol, fabrika, toplu konut yaptık. “Türkiye tarımdan vazgeçsin” diyenler, otomotivde dünya devi olan İtalya’nın tarımdan elde ettiği gelirin, otomotiv sanayisinden elde ettiğine yakın olduğunu gözlerden kaçırdılar.  

- Dünyada toplam hacmi 1 trilyon dolar olan stratejik öneme sahip bor rezervlerinin yüzde 85’i Türkiye’de. Türkiye’nin çinko rezervleri de iştah kabartıyor.

- Türkiye’de 580 ayrı noktada toplam 6 bin 500 tonluk altın rezervi bulunuyor. Ve Türkiye bu rezervle Güney Afrika’dan sonra ikinci geliyor. 70 milyar dolar değerindeki altın rezervinin, ekonomiye katılması durumunda 300 milyar dolar katma değer oluşturacağı hesaplanıyor.

- Kimileri, Türkiye’nin ABD uğruna komşularıyla kötü olmasını öneredursunlar, Türkiye’nin ticarette komşularıyla ilişkisi yüzde 5 dolayında. Bu oran AB ülkelerinde yüzde 50.

- Türkiye araştırma- geliştirmede de (ar-ge) geri. Dünyada 25. sırada. 2003 yılında araştırmacı sayısı olarak, 10 bin kişide 15 araştırmacı hedefleyen Türkiye, amacına ulaşamadı, 10 bin kişide 11 araştırmacı oranını yakaladı. Yunanistan’da ise 10 bin kişiye 45 araştırmacı düşüyor. OECD raporuna göre; her bin kişiye, Türkiye’de 1.1, Yunanistan’da 3.8, AB’de 5.8, ABD’de 8.6, Japonya’da ise 9.7 bilimadamı düşüyor. Ülkemizde ar- ge harcamalarının GSMH içindeki payı binde 6. Binde 10’a varmayı amaçlıyoruz. Japonya’da ise bu oran yüzde 3. 1993- 2003 arasında özel teşebbüsün ar-ge yatırımları yüzde 17’den yüzde 36’ya çıktı. İleri teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracatındaki payı yüzde 4. Bu oran İrlanda’da yüzde 47, Arjantin’de yüzde 8.  Ülkelerin, teknolojiyi ekonomilerine yansıtma başarısına göre 49 ülkeyi kapsayan sıralamada Türkiye 33. Bu sıralamada ilk 3 ABD, İsveç ve Finlandiya şeklinde.

- Türkiye, sağlık harcamalarına en az pay ayıran ülkelerden biri. Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü’nün araştırmasına göre; Türkiye Gayri Safi Yurt İçi Hasılasından sağlığa yüzde 3.7 pay ayırıyor. Bu oran ile araştırma kapsamındaki 49 ülke arasında 42. sırada. ABD’de bu oran yüzde 12.9, Slovakya’da yüzde 9.1, Slovenya’da yüzde 7.7, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 7.5, Macaristan’da yüzde 6.8, Estonya’da yüzde 6.5, Polonya’da yüzde 6.2.

- Eğitim sisteminin durumu içler acısı. Bazı branşlarda 30 binden çok öğretmen fazlası varken, bazı branşlarda 70 bin öğretmen açğı var. Bazı bölgelerde öğretmen bulunmazken, bazı bölgelerde öğretmen yığılması söz konusu. Eğitimde fırsat eşitliği yok, dengesizlik ve çok başlılık egemen. Nitelik sürekli düşüyor. Türkiye 1990 bütçesinde eğitime yüzde 14.97 pay ayırırken, bu oran 2002’de yüzde 7.69’a geriledi. Eğitim harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya oranı dikkate alındığında, OECD ortalaması yüzde 5.6, Türkiye ortalaması yüzde 4.

- Türkiye nüfusunun yüzde 15’i okuma yazma bilmiyor, bu oran kadınlarda yüzde 23’e yükseliyor.

- Türkiye, çalışma yaşamında verimlilikten uzak görünüyor. İstihdam edilen birim işgücünden elde edilen GSYİH ölçümlerinde, 2001 verilerine göre dolar bazında 8 bin 71 dolar ile, 49 ülke arasında 41. Listede başı çeken Lüksemburg’da ise bu bedel 75 bin 934 dolar. Yani Türkiye, kaynaklarını akılcı ve tutumlu kullanamıyor. Türkiye’yi yıllardır yöneten liberal, özelleştirmeci ve piyasa ekonomisi yanlısı hükümetlerin reform söylemlerine karşın, bürokrasimizin hantal, verimlilik ve saydamlıktan uzak olması, kamu hizmetlerinde zaafa neden oluyor. Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre; Türkiye, devlet bürokrasisinin engelleyici etkisi yönünden, 59 ülke arasında 10. sırada. Türkiye’de işletme faaliyetine ilişkin zamanın yüzde 20’si bürokraside geçiyor. Bir şirketin kurulması için gerekli işlemler en az 2.5 ayda sonuçlanıyor. Yatırımı sonuçlandırabilmek için 172 imza gerekiyor. Enerji sektöründe 14 ayda gerçekleşen bir projenin tüm izinleri ancak 9 yılda tamamlanıyor. Yatırım için gerekli işlemler için harcanan zaman dünyada en çok 180 günken, ülkemizde ortalama 720 gün tutuyor. Bir ticari markanın tescili bizde 14 ay, Avrupa’da 6 ay alıyor.

- Türkiye, yaşadığı ekonomik krizler nedeniyle, küçük orta boy işletmelerin (KOBİ) yaşadığı çöküntüyü bir türlü aşamıyor. AB’de KOBİ gerçeği şöyle; işletmelerin yüzde 95’i, istihdamın yüzde 62’si, üretilen katma değerin yüzde 81’i, yatırım payının yüzde 40’ı, üretim payının yüzde 40’ı, ihracat payının yüzde 35’i, kredi payının yüzde 45’i ve kapasite kullanımının yüzde 80’i. Türkiye’de durum ise, işletmelerin yüzde 99.5’i, istihdamın yüzde 63.5’i, üretilen katma değerin yüzde 32.3’ü, yatırım payının yüzde 26.5’i, üretim payının yüzde 38’i, ihracat payının yüzde 8’i, kredi payının yüzde 4’ü ve kapasite kullanımının yüzde 25.’i.  Buna karşın, KOBİ Gelişim Projesi kapsamında Aralık 2001- Mart 2002 arasında yapılan çalışmaya göre; Türkiye’de bir KOBİ açılması için 172 imza gerekiyor. 17’si bakanlık olmak üzere 46 değişik kurum ve kuruluş KOBİ’lere farklı yollardan hizmet sunuyor.

- Türkiye, yılda 70 milyon kamyon toprağını erozyonla kaybediyor.

Sonuç olarak;

Dünyaya sadece Batı’lı ve Batıcı gözlüklerin verdiği açı ile bakmak, bizi sağlıklı bir noktaya götürmüyor. Çözümün “Batı’nın dediğini yapmaktan değil, Batı’nın yaptığını yapmaktan” geçtiğini görmek için de, teleskop sahibi olmaya gerek yok. Biraz tarih bilmek, biraz da ufka bakabilmek yeterli.

Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, genç nüfusuyla, Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, Avrupa ile Asya arasında kavşak noktası olan, denge ülke olan, köklü bir tarihsel mirasın, zengin bir uygarlık birikiminin sahibi olan bir büyük ülkenin, bu kadar kolay çözüleceğini, tükeneceğini, itilip kakılacağını, horlanacağını düşünmek büyük bir yanılgı.

Atatürk’ün, daha hayattayken öngörüp, söylediği gibi, “gaflete, dalalete, hatta ihanete” karşın, Atatürk’ün ölümüyle başlayan karşı devrimin tüm şiddetine ve kazandığı mevzilere rağmen, ülkemizde devrimci bir gelenek, kamucu, toplumcu, halkçı ve aydınlanmacı bir birikim, kurtuluşu, başkalarında değil, kendinde arayan güçlü bir damar var.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından 30’a yakın devletin çıktığını anımsarsak, Türkiye’nin, kendi gücüne, kültürel ve tarihsel coğrafyasının büyüklüğüne, etki alanının, yaşam sahasının genişliğine vakıf olması gerektiği net biçimde görülüyor.

Benlikli ve kimlikli politikalarla, tercüme değil telif reçetelerle, aşırma değil yerli malı önerilerle, 19 Mayıs 1919’da yola çıkanların başarısı, 29 Ekim 1923’de kanıtlandı.

“Her mahallede bir milyoner yaratmakla” işe koyulan, “Memleketi küçük Amerika” yapmaya çalışan, “Odunu koysa milletvekili seçtiren”, sonra da “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyerek vekil dalkavukluğu yapan, “Memleketi 70 sente muhtaceden”, “Benzin vardı da, biz mi içtik?” diye soran, “Yollar yürümekle aşınmaz” diye buyuran, “Dün dündür, bugün bugündür” diye kıvıran, “Hele bir 70 milyon olalım” diye dayılanan, “Anayasayı bir kere delmekle birşey olmayacağını” sanan, “Bir koyup üç alan”, “Onun memuru işini bilen” ve “Avrupa Birliği’nin yolunu Diyarbakır’dan geçiren” meydanlarda iş ve ekmek isteyenleri tersleyip, horlayıp, aşağılayan, çiftçiye “Gözünü toprak doyursun” diyen, AB üyeliği hayali uğruna Kıbrıs’ı gözden çıkaran, kafamıza geçirilen çuvalı benimseyen, yolsuzluk dosyaları kabarmış, dokunulmazlıkların arkasına sığınan, asgari ücretin 320 milyon lira olduğu ülkemizde, 6.5 milyar lirayla geçinemeyen politik-acıların ülkemizi 50 yıl içinde getirdikleri noktaya gelince;

Yukarıdaki sayılardan yeterince anlaşılmıyor mu?

Bilinmeyen Tarih: Sultan Galiyev

Hasan Basri Gürses*

İnsanlık tarihinde yaşanmış öyle kişilik­ler vardır ki, başarı veya zafer kazanmalarıy­la değil, yenilgileriyle ölümsüzleşirler. Yaşadıkları dönemin bir insanlık sorunsalını ken­di benliklerine öylesine içselleştirmişler, bir inanç ve ideal haline getirmişlerdir ki, son nefeslerine kadar bu uğurda eylemde bulun­maktan kendilerini alıkoyamazlar. Adeta trajediye yargılanmışlardır. Kaçamazlar. Adım adım trajik sonlarına doğru yürürler, ölürler ve ölümsüzleşirler.

Düşmanları onlan unutturmak, karala­mak, isimlerini tarihten kazımak için ellerin­den geleni yaparlar. Bazen kısa dönemler için bunu başarırlar da. Ancak, gerçek kah­ramanlar ölümsüzdür. Bilinçlerde ve gönül­lerde yaşarlar. Bir gün yeniden zuhur ediverirler. Adlarına destanlar kurulur şiirler, oyunlar ve romanlar yazılır. Yaşamları des-tanlaşır ve mitleşir. Bir davanın ve inancın simgesi olurlar.

Spartaküs, Hallac-ı Mansur, Şeyh Bed-reddin, Pir Sultan Abdal ve Ghe Guevara böyle yaşamlara örnek olabilecek ilk akla gelen isimler. İşte Sultan Galiyev de, böyle bir tarihsel kişiliktir. Kimdir Sultan Galiyev? Tam adıyla Mir Seyyid Sultan Galiyev kimdir?



Sultan Galiyev Kimdir?

Sultan Galiyev, 1917 Ekim Devrimi or­tamında Orta Asya Türk-Müslüman halkları­nın içinden çıkan ilk bolşevik komünistler­den biridir. Kısa sürede enerjik çalışması ve yetenekli kişiliği ile Kafkasya ve Orta Asya komünistlerinin düşünsel ve örgütsel lideri konumuna gelmişti.

Ekim Devrimi fırtınasının tüm dünyayı derinden sarstığı hareketli ve değişken olay­ların içinde, kritik bir konumda olması des­tansı ve trajik bir yaşamın kahramanı olma­sına yol açmıştır. Yaşamı 1917'den 1923'e kadar Ekim Devriminin bolşevik liderleriyle; Lenin, Stalin ve Troçki'yle birlikte Ekim Devriminin zaferi ve dünya devriminin ger­çekleşmesi için mücadele etmekle geçmiştir.

Sultan Galiyev bu mücadeleye neden katıldığını daha ilk günlerde, 1917'nin bir gü­nünde yazdığı şu sözlerle özlü bir şekilde di­le getirir: "Ben Bolşevizme, kalbimde duy­duğum halkıma olan büyük sevgimin it­mesiyle geldim."

Galiyev'in böyle düşünmesi ve karar vermesi için yeterli nedenler vardır. Zira Ga­liyev çarlık Rusya'sındaki Türk-Müşlüman halklarının bağımsızlık ve özgürlük için yüz­lerce yıldır verdikleri mücadeleyi benimse­miş ve kendini bu davaya adamıştır. Lenin'in önderliğindeki Bolşevikler de, "Halklar Ha­pishanesi" dedikleri Çarlık Rusyasına karşı mücadele ediyor, halklara özgürlük vadediyorlardı.

Bu nedenle bütün islâm dünyasında Bolşeviklik büyük bir sevinç ve sempatiyle karşılandı, islâm dünyası ezeli düşmanları olan Batı'ya, ülkelerini işgal edip sömüren İngliz-Fransız emperyalizmine karşı ayak­lanmış Bolşevikleri kadar müttefikleri ola­rak görüyorlardı.

Bolşevik devriminin islâm dünyasında sevinçle karşılanmasının bir başka nedeni daha vardı. Kafkasya ve Orta Asya Türk Müslüman halklarının Çarlık Rusyasıyla yüzlerce yıldır sürüp giden Hıristiyan-îslâm kutuplaşması özgürlük mücadelesi ve direni­şi Ekim Devrimi'yle sona eriyordu. Devrimin ertesinde doğrudan bu halklara seslenen çağrılarda bağımsızlık, özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakkı vadediliyor ve devri­mi desteklemeleri isteniyordu.

Kışlık Saray'ın ele geçirilmesinin üzerin­den henüz bir hafta geçtikten sonra, Halk Komiserleri Konseyi "Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi"ni yayınlamıştı; Bu Bildirge'de şu haklar da sıralanıyordu:

"- Bu halkların eşitliği ve egemenliği;

- Ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı da içinde olmak üzere kendi kaderle­rini özgürce belirleme hakkı;

- Ulusal ve ulusal-dinsel düzeydeki tüm ayncalıkların ortadan kaldırılması;

- Rusya topraklannda yaşayan ulusal azınlıkların ve etnik grupların özgürce ge­lişmesi. "

Lenin ve Stalin 24 Kasım 1917'de imza­layıp yayınladıkları "Rusya'nın ve Doğu'nun Tüm Müslüman Emekçilerine"'baş­lıklı çağrıda ise şöyle sesleniyorlardı:

"...Rusya Müslümanlan, Volga ve Kırım Tatarları , Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Transkafkasya'nın Türkleri ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas Dağlıları; Çarların ve Rusya'nın zalimle­rinin camilerini ve tapınaklarını yıktığı, inançlannı ve geleneklerini alaya aldığı sizler!

İnançlarınız ve adetleriniz, ulusal ve kültürel kurumlarınız bundan böyle özgür ve dokunulmaz olacaktır.

Ulusal yaşamınızı özgürce ve müda­halesiz olarak örgütleyin. Bu sizin hakkı­nız. Biliniz ki sizin haklarınız, Rusya'nın tüm halklarının hakları gibi, güçlü Devri­min ve onun organlarının, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetlerinin koruması altındadır.

Yoldaşlar.' Kardeşler! Gelin, dürüst ve demokratik bir barışa doğru birlikte yürü­yelim. Bayraklarımızda bütün baskı altın­daki halklara özgürlük yazılıdır.

Haydi bu devrimi destekleyiniz..."

Orta Asya ve Kafkasya'nın Türk-Müslüman halklarının devrimcileri Bolşeviklerin bu çağrısına olumlu yanıt verdiler. Halkları­nı örgütleyip birleştirerek seferber ettiler, iç savaştaki silahlı mücadeleye katılıp karşı devrimcilerin ve emperyalist işgalcilerin ye­nilmesinde, dolayısıyla Ekim devriminin muzaffer olmasında tayin edici bir katkıda bulundular.

Ne var ki, ilişkiler beklendiği gibi gitme­di. Verilen sözler tutulmadı. Reel politikalar için devrimci ilkeler çiğnendi. Sovyet yöneti­mi pragmatist ve hegemonyacı politikalara yönelerek doğulu komünistleri tasfiyeye yö­neldi.

Emperyalizme Karşı Mücadele ve "Sömürgeler Enternasyonali"

Sultan Galiyev, Sovyet ve Komünist En­ternasyonal politikalarına ilk eleştiri yapmış olan kişidir. Bu ilk eleştiriler sömürge halk­larının emperyalizme karşı kurtuluş müca­delesi ve Dünya Devrimi konularını kapsı­yordu.

Marksizmin kurucuları K. Marx ve F. Engels, düşüncelerini Avrupa ülkelerinin tarihsel evrimi ve somut koşulları üzerinde ge­liştirdiler. Avrupa merkezci bir temelde yo­rum ve tahminlerde bulundular. Sonraki yıl­larda da Marksizm Avrupa merkezci düşün­ce olmaktan kurtulamadı. Bu çerçevenin dı­şına çıkabilmiş ilk Marksist Lenin olmuştur denilebilir. Bunun nedeni Rusya'nın ikili (Avrupa'lı- Asya'lı) karakteri olabilir. Ancak, Lenin de, Avrupa merkezci düşünmeden kurtulamamıştır.

Lenin, Ekim Devrimi'ni dünya sosyalist devrimi için bir başlangıç olarak görüyor ve bu konuda asıl rolü Avrupa proletaryasına veriyordu. Lenin'in emperyalizm üzerine yaptiğı ve çıkardığı politik tahlillerle çelişir gibi görünse de bu böyleydi.

Bolşevikler Avrupa proletaryasının dev­rim yapacağına kesinlikle inanıyor ve güve­niyorlardı. Bu nedenle bütün poltikalan bu eksende gelişiyordu. Avrupa proleteryasının yapacağını düşündükleri devrim her an bek­leniyordu. Gün gün, ay ay bekleyiş sürdü.

Lenin Mart 1918'de şöyle yazıyordu:

"Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka sa­dık kal. Onlar yurdumuza gelmekte gecik­tiler. Biz zaman kazanacağız, onların gel­diği günleri göreceğiz, ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler" (vurgular oriji­nalde)

Lenin, dünya devrimi vurgusunu ve Av­rupa proletaryasından devrim bekleyişini bu tarihten sonraki yazılarında've konuşmala­rında da tekrarladı. ///. Enternasyonal de," bu Avrupa merkezli devrim bekleyişi ve po­litikası üzerine kuruldu.

Sovyet ve Komintern yöneticileri Avru­pa proletaryasından dünya devrimi bekler­ken, Sultan Galiyev, onları emperyalizmi yenmek ve böylece dünya devrimini olanak­lı kılmak için Doğu'nun sömürge halklarına yönelmeye ikna etmek için çabalamıştır. Sultan Galiyev bu yöndeki düşünce ve çalışmalarıyla sömürge halklarının emperya­lizme karşı ilk ortak toplantısının gerçekleş­mesine öncülük etmiştir. 1-8 Eylül'de Bakû'de yapılan l.Doğu Halkları Kurultayı'nın fikir babası hiç kuşkusuz Sultan Galiyev'dir. Komintern yöneticileri emperyaliz­min yenilgisini ve sömürge halkların kurtu­luşunu sağlamayı, esas olarak emperyalist ülkelerin proletaryasının yapacağı bir dünya devrimine bağlıyorlardı. Galiyev'in görüşleri ise tam tersidir: Sömürge halklarının kurtu­luşunu bizzat bu halkların mücadelesi gerçekleştirebilir. Bu mücadelenin başarısı em­peryalizmin yayıldığı alanlardan kuşatılıp, sökülüp atılması, emperyalist sömürünün sona ermesi ve gücünün kesilmesi iledir ki, emperyalist ülkelerin proletaryasının kendi burjuvazilerini devirmesi dolayısıyla Dünya Devrimi olanaklı hale gelir.

Galiyev'in bu düşüncelerinin Lenin'in Emperyalizm teorisiyle uygunluk içinde ve onun mantıksal sonucu olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.

,Sultan Galiyev düşüncelerini sonraki yıllarda daha da geliştirmiş ve projesini "Sö­mürgeler Enternasyonali" olarak ifadelendirmiştir. Bu özellikleriyle Sultan Galiyev, marksizmi bir doğu toplumunun somut ko­şullarına uygulama girişiminde bulunan ve bu nedenle Avrupa merkezci düşünmeye ve devrim stratejisi kurmaya eleştiriler getiren ilk üçüncü dünyalı devrimci olmuştur. Bu nedenle, üçüncü dünyacı devrimin babası nitelemesi abartılı olmayıp yerinde bir nite­lemedir. Bu düşünceler dünya çapında ta­sarlanmış ilk antiemperyalist mücadele stra­tejisi olmaları açısından da tarihi bir değere sahiptir. Benzer düşüncelerin daha gelişmiş biçimleri daha sonraki yıllarda emperyaliz­me karşı mücadele eden üçüncü dünyalı bir­çok devrimci tarafından dile getirilmiştir. Bu üçüncü dünyalı devrimcilerin en özgün ve ünlüleri Frantz Fanon ve Che Guevara'dır.

Doğa Halkları!

İngiliz Emperyalizmine karşı ayaklanın!

Avrupa proletaryası devrim yapmadı.

Emperyalist kuşatma ve saldırı altındaki sovyet yöneticileri ölüm kalım günleri yaşı­yordu. Kazanılmış iktidarı, başarılmış devri­mi yaşatmak ve sürdürmek mümkün müy­dü? Nasıl? Doğu sömürge halklarının emper­yalizme karşı ayağa kaldırılması emperyalist saldırıyı zayıflatıp durdurabilir miydi? Sov­yet ve Komintern yöneticileri tereddütler­den sonra yüzlerini Doğu'ya döndüler.

Zaten Doğu halklarının komünistleri Ekim Devrimi'nin ertesinden başlayarak Bolşevikleri bu politikaya çekebilmek, ikna edebilmek için çabalayıp duruyorlardı.

Nihayet, Sovyet ve Komintern yönetici­leri gelişen olayların da zorlamasıyla Doğu halklarına yönelmeye karar verdi. Komünist Enternasyonal 1. Doğu Halkları Kurultayının Bakü'de yapılması için çağrıda bulun­du. Kurultay 1-8 Eylül 1920 tarihinde toplan­dı. En çok sayıda delegeyi Türklerin oluştur­duğu, tümüne yakını islâm dünyasından gel­miş 2000'e yakın delege Kurultaya katıldı. Mustafa Suphi, başkanlık divanında yer aldı. Kurultay boyunca İngiliz aleyhtarı coşkulu hava kesilmeden sürdü. Adeta bir İngiliz Müslüman sömürgeleri kurultayı havasın­daydı. Nitekim, yayınlanan bildiri bütün do­ğu halklarını "emperyalist ingiltere'ye har­sı kutsal savaşa" ve ayaklanmaya çağırıyordu.  Kurultay'ın bitiminde Türkiye Komünist örgütlerinin birleşme kongresi başladı. Bu örgütler tek partinin çatısı ve programı altın­da birleşerek Türkiye Komünist Partisi'ni 10 Eylül 1920'de kurdular ve Mustafa Suphi'yi başkanlığa seçtiler.

1. Doğu Halkları Kurultayı her yıl geniş­leyerek yapılma kararı almış ve bir Propaganda ve Eylem Komitesi seçmiş ve coşkulu bir şekilde bitmişti. Katılım ve sonuç bekle­nenden çok daha başarılı ve güçlü olmuştu. Ancak Kurultay amaçlarına ulaşamadı. Erte­si yıl toplanamadı.

Sovyet yönetiminin politikasında birkaç ay içinde büyük değişmeler yaşandı, iç sa­vaş Kafkas ve Orta Asya halklarının da des­teğiyle bolşeviklerin lehine sonuçlandıktan sonra, 1921'de yeni bir dönem başladı. Sov­yetler içerde Yeni Ekonomi Politika (NEP), dışarda banş içinde bir arada yaşama, dost­luk ve diplomasi politikası uygulamaya baş­ladı.

Avrupa'da devrim olmamıştı. Ancak sö­mürgeler dünyası günden güne artan bir şe­kilde, boydan boya kaynıyordu, ingiliz ve Fransız işgali altındaki Kuzey Afrika'da, Or­ta Doğu'da ve Asya'daki ülkelerin hepsinde emperyalizme karşı bir mücadele vardı ve kolay kolay durulmayacağının işaretlerini de veriyordu.

  Sovyet yönetimi ve komintern sömürge­leri ayaklandırma politikasından neden geri çekilmeye, çekilmekten öte tam tersi bir politika izlmeye başladı. Baku Doğu Halkları Kurultayı'nın emperyalist İngiltereye karşı Kutsal Savaş Çağrısının daha mürekkebi ku­rumadan İngiliz hükümetiyle siyasi madde­leri de içeren bir ticaret anlaşması imzalandı.

Sömürgeleri ingiliz emperyalizmine karşı desteklemeyeceğiz!

Ingiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması sadece sömürgelerdeki ve nüfuz bölgelerindeki sos­yalist mücadeleleri değil, ingiliz işçi ve sos­yalist hareketini de olumsuz yönde etkile­mekten geri kalmayacaktı.

Ingiliz-Sovyet anlaşmasında sadece tica­rete ilişkin hükümler yer almıyordu. Anlaş­mada şöyle deniyordu:

    "Her iki taraf karşı tarafa karşı düş­manca hareket ve teşebbüslerden ve kendi sınırları dışında sırasıyla, İngiliz İmpa­ratorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti ku­rumlarına karşı doğrudan veya resmi pro­paganda yapmaktan kaçınır ve daha özel olarak Rus Sovyet Hükümeti, başta Hin­distan ve Afganistan bağımsız devleti ol­mak üzere Asya halklarının hiçbirini as­keri, diplomatik veya herhangi bir eylem ve propaganda biçimiyle İngiliz çıkarları veya İngiliz İmparatorluğu'na karşı düş­manca eylemlere teşvik etme girişimlerin­den imtina eder. İngiliz Hükümeti, Rus Sovyet Hükümeti'ne, eski Rus Imparatorluğu'nu meydana getiren ve bugün bağım­sızlığını sağlamış olan ülkeler için benzer ve özel bir taahhütte bulunur."

Çiçerin, 18 Nisan 1921 tarihli bir cevabi notada anlaşmaya kesinlikle uyulduğuna söylüyor ve "özellikle Afganistanndaki tem­silci ve görevlilerince anti-britanya politika­dan sakınmaları için direktif vermiştir" diye ekliyordu.

Baku 1. Doğu Halkları Kurultayı'nın or­taya çıkardığı Türk ve İslam dünyasının bir­leşme, dayanışma ve mücadele potansiyeli­nin ingiliz emperyalizminin uykularını kaçır­dığı ve ürküttüğü kesindi. Bu durum Sovyet yöneticilerini de tedirgin etmiş olabilir miy­di? Bu mümkündür.

Zira açıkça ortaya çıkıyordu, daha doğ­rusu gelişmelerden anlaşılıyordu ki, Orta As­ya, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki Türk ve Müslüman halkların komünistlerin­de ve devrimcilerinde iki eğilim gittikçe güç­leniyordu: İslam dünyasının birliği ve Türk dünyasının birliği. Bu gelişme Avrupa em­peryalizmine karşı mücadele temelinde de gerçekleşse Sovyet yöneticilerini tedirgin et­miş olabilir.

Dış politikada da geri adım atmanın zorunlu politikası uygulandı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarınınöldürülmesinden birbuçuk ay sonra Kemalist Ankara hükümetiyle ve Kuzeydeki Gilan Sosyalist Cumhuriyeti desteklenmeyip İran'la dostluk anlaşması imzalandı. Aynı günlerde İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşmasın da, sömürgelerde İngiltere aleyhtarı faaliyette bulunmamak taahüdü verildi.

Bunların yukarıda izah etmeye çalıştığı­mız nedenlerden dolayı yapıldığını bilsek da­hi, ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlan bil­mek ve anlamak zorundayız.

Sultan Galiyev'in trajedisi, 192o'li yılların bu gelişmeleri çerçevesinde, doğru kavran­dığı zaman anlaşılır olmakta ve tarihi yerine oturabilmektedir. Sovyetlerin Doğu sömür­ge halklarını ayaklandırmaktan vazgeçmele­ri, ingilizlerle yapılan anlaşma ve Galiyev'in Anadolu'ya uzanan Sol kolu Mustafa Suphi ı* ve Yoldaşlar'ının öldürülmesi, Ankara Hükümetinin amacını Anadolu sınırları içinde bir devlet kurmak olarak ilan etmesi, Galiyev'in trajik sonunun başlangıcı olmuştur. Bundan sonraki yıllarda, konumu itibariyle bizzat varlığı bir sorun haline gelen, Sultan Galiyev sırat köprüsünün üzerinden yürüyerek kaçı­nılmaz trajedisine doğru sürüklenecektir.

  Sovyet yöneticileri tarafından Sultan Galiyev'e "mili komünist" olma nitelemesi suçlaması yapıldığını biliyoruz. Yine Sovyet yöneticilerinin Mustafa Kemal hareketi için "milli burjuva" nitelemesi yaptıklarını da bi­liyoruz.

Sovyet yöntemi 1920 sonlarından itiba­ren Mustafa Kemal hareketini fiili olarak desteklemeye başlamıştır. Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldürülmesine gerekli tepki gösterilmemiş ve öldürülmelerinden birbu­çuk ay sonra Ankara Hükümetiyle bir dost­luk anlaşması imzalanmış olduğuna yukarı­da değinmiştik. Anlaşmanın imzalanmasından sonrada Sovyetler Ankara'ya politik destekle yetinmeyip, para ve silah yardımı yapmışlar ve sürdürmüşlerdir. Ankara, hükümeti de Azerbaycan'da ve Gürcistan'da Bolşeviklerin iktidarı alması için fili askeri yardımda bulunmuştur. Kemalizme Sovyet des­teğinin daha sonraki yıllarda da sürdürüldü­ğü ve teorize edilip gerekçelendirildiği bilin­mektedir.

Baku Kurultayı sonrasında yaşanan, sö­zünü ettiğimiz gelişmeler yeni bir dönemin başlangıcıydı. Dünya devrimi hedefinden tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna, devrimci enternasyonalizmden devlet sosyalizmine ri­cat edilmişti. Bu durumun hem dünya sosyalist hareketine hem de, Sovyetler Birliğinde ki, Türk Müslüman halklara çok ağır bedeli oldu.

Sultan Galiyev için ise trajedisinin baş­langıcıydı. Bunun sonrasını sırat köprüsü üzerinde yaşayacaktı.

Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldü­rülmesi Sultan Galiyev için çok ağır ve yeri doldurulamaz bir kayıp olmuştu. Mustafa Suphi, Galiyev'in Anadolu'ya uzanan sol ko­lu, çok sevdiği ve güvendiği fikirdaşı, soyda­şı ve yoldaşıydı. Sovyet yönetiminin ve Komintern'in en küçük bir tepki ve protestoda bulunmaması Galiyev'i tedirgin etti. Mustafa Suphi ve Yoldaşlan'nın öldürülmesine karşı yazılmış tek anma ve tepki yazısını Galiyev kendisi yazdı.

Doğu Halkları Kurultayı'nda seçilen Propaganda ve Eylem Konseyi'nin çalışma­larının sürüncemede bırakılması, Kurultay kararlarının yaşama geçirilmemesi ve Ku­rultayın takip eden yıllarda sürdürülmemesi Galiyev'e vurulan en büyük darbe oldu. Zira bu kurultay Galiyev için kafasında şekillendirdiği "Sömürgeler Enternasyonali" projesi­nin yaşama geçmesi ve kurumlaşmasıydı. Düşüncelerini ve amaçlarını paylaşan, çoğunluğu Türk-îsİam dünyasına mensup do­ğulu komünistlerin örgütlenmesi ve birleşmesiydi. Komünist Enternasyonalle aynı amaca yönelik-emperyalizmin yenilgisi, sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu ve dünya devrimi- ama ondan özerk ve tümüyle doğrudan doğulu komünistlerin yönettiği bir kuruluş olmalıydı ve olabilirdi. Bu aynı za­manda Sultan Galiyev için düşünce ve ey­lemlerini Rusya dışındaki Türk ve müslüman halklara ulaştırmak ve onlarla birleş­mek anlamına geliyordu. Dönemin özgün koşulları gereği Pan İslamizm ve Pan Türkizm ideallerinin bir kaynaşması ve kader birliği oluşuyor gibiydi.

O tarihte (1920) Pan-İslam (islam dünyasının birliği) ve Pan-Türk (Türk dünyasının birliği) düşüncenin (taraftar ve karşı olmak üzere) kendisini ilgilendiren üç muhatapı vardı. İngizi emperyalizmi, Sovyaet Devleti ve Ankara Hükümeti.

  Galiyev'in kurultaya katılmasının nasıl engellendiğini bilmiyoruz. Ancak görüşleri birçok Doğulu komünist tarafından dile geti­rildi. Kurultayın kararlan ve sonuç bildirisi de Galiyev'in düşüncelerine tamamen uyu­yordu. Kurultayın "Doğu Halklarına" çağrı­sı şu cümleyle sona eriyordu:

"Doğu Halklarının ve bütün dünya emekçilerinin emperyalist İngiltere'ye 'kar­şı Kutsal Savaş'ı sonsuz bir alevle yan­sın!"

İngiliz-Rus Ticaret Anlaşmasıyla Sovyet Hükümetinin İngiliz emperyalizmi'yle uzlaş­ması ve sömürgelerde ingiliz aleyhtarı mü­cadeleyi teşvik ve propaganda etmeme, des­tek vermeme sözü Galiyev'in ideallerine vu­rulmuş en büyük darbe oldu. Zira o tarihte Fas'tan Hindistan'a kadar bütün islâm dün­yası ingiliz ve Fransız emperyalizminin işga­li altında birer sömürgeydi. Galiyev ise bü­tün islam dünyasının Ingiliz-Fransız emperyalizminden kurtarılmasını amaçlıyordu.

İngiliz-Rus Ticaret Anlaşması ile aynı ta­rihte (16 Mart 1921) Ankara Hükümeti'yle Sovyetler arasında bir dostluk anlaşması im­zalandı. Ankara Hükümeti ile Fransa arasın­da da 20 Ekini 1921'de Ankara Anlaşması imazalandı. Bir süre sonra ingilizler Anado­lu'daki Yunan işgalini teşvik ve destekle­mekten vazgeçtiler.

İç savaş bitmiş, dış politika yoluna gir­mişti. Sovyet yönetimi için sıra iç sorunların çözümüne gelmişti. Bu sorunların başında da "ulusal sorun" geliyordu. Müslüman ko­münistlerin müttefik olarak desteği Sovyet yönetimi için hayati önemde olmaktan çıkmışti.

1921 yılında Sultan Galiyev Moskova'da kurulmuş olan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)de görev yapmaya çağ­rılır. Galiyev için böyle bir görev eylem cep­hesinden geri çekilmek, kızağa alınmak ve pasif göreve getirilmek anlamındadır. Ne var ki, görev çağrısı bizzat Lenin tarafından ya-pılmıştir. Galiyev öneriyi geri çeviremez, ka­bul eder. Lenin'e saygısı ve güveni vardır. Galiyev'in bu güveni nedensiz değildir. Ulu­sal sorun ve yerel cumhuriyetlerde izlenen politikalar konusunda Lenin'in hassasiyet gösterdiğini zaman zaman görevlilere çok sert uyarı mektupları yazdığını Galiyev de bilmektedir. Son yıllarında ise sağlık koşul­ları nedeniyle parti çalışmalarından uzak kalmış  ve bu çalışmaları dolaylı yollarla yönlendirme­ye çalışmıştir. Lenin'in son yazılarından biri olup sekreterine yazdırdığı ve "Kongreye Mektup" adıyla bilinen notlarının son bölü­mü "Milliyetler Sorunu ya da Özerkleştirme" başlığıyla tanınır. Lenin'in bu yazılan  ancak 1956 yılında yayınlanabilecektir. Le­nin'in bu konulardaki yazılarının yayınlan­masının engellendiği ve Galiyev'in Lenin'in bu görüşlerini benimsediği ve yerli komü-

nistlere ulaştırma çabalarında bulunduğu anlaşılıyor. Bazı kaynaklarda yer alan ve 1923 yılı Ocak ayında, parti bölge komitele­rine "gizli" damgasıyla gönderildiği belirti­len Politbüro ve Merkez Komite'nin sirküle­rinde şöyle deniyor: "Lenin hasta, hali iyi değil; o artık Politbüro oturumlarına katıl­mıyor, alınan kararlan da okumuyor, ge­rekli siyasi enformasyonu bilmiyor. Ona hatta gazete okumak da yasak. Doktorlar tarafından, bazı fikirlerini yazmak için,' günlük gibi birşey yazmasına ancak izin veriliyor. Yani onlan ancak hasta bir in­sanın yazılan olarak kabul etmek gerek. A.A. Andreyev, N.î. Buharın, F.E. Cerjins-kiy, M.A. Kolinin, L.V. Kamanev, V.V. Kuybişev, V.M. Molotov, A.Î. Rıkov, Y.V. Stalin, M.P. Tomskiy L.D. Troçki."

Ulusal sorun konusundaki politika deği­şikliğinin dile getirildiği ilk kongre, (Nisan 1923'te yapılan) RKP-b- 12. Parti Kongresi olmuştur. Engellemelere rağmen Sultan Ga­liyev kongreye katılmış ve konuşmuştur. Kongre'den kısa bir süre sonra Komünist Partinin 4. Konferansı toplandı (Haziran 1923). Ardından Sultan Galiyev tutuklandı. Ne var ki, Sultan Galiyev'in tutuklanması hal­ka ancak aylarca sonra, Rus Komünist Parti­si Merkez Komitesi'nin ulusal bölgelerin ve cumhuriyetlerin sorumlu emekçileriyle Moskova'da Stalin'in başkanlığında yapılan ve Rus olmayan tüm önemli yöneticilerin de hazır bulundukları IV. Konferans sırasında duyuruldu. Öyle anlaşılıyor ki tartışmalar bir hayli fırtınalı geçti, çünkü bazı yoldaşlar res­mi açıklamaları kabul etmeyi reddediyor ve Sultan Galiyev'in devrimci mücadeleye kat­kılarını hatırlatarak boşuna onu kurtarmaya çalışıyorlardı. Bu konferans bugün bile bir sır olarak kalmayı sürdürmektedir, çünkü ne stenoyla yazılan tutanakları, ne de Sultan Galiyev'in mahkum edilişinin tam metni, hiç bir zaman yayınlanmamıştır. Sadece Stalin'in söylevini ve bundan böyle "Sultan Galiyevcilik" diye adlandırılacak olanı içeren sonuç bildirisini bilmekteyiz. Stalin, iki yüz­lü bir şekilde, Merkez Komitesindeki yoldaş­larının önünde, bu "haini" Doğu Cumhuri­yetlerindeki nitelikli kadro kıtlığı yüzünden korumuş olduğunu bahane göstererek özür diler. Bundan sonra, "Galiyevciler* aleyhine başlatılan temizlik ve tasfiye kampanyası aralıksız 1940'lara kadar sürdürülmüş, Türk-Müslüman halkların ilk kuşak "yerli", "ulu­sal", komünistlerinin önde gelenlerinin yüz­lercesi tasfiye edilmişlerdir.

1923 Nisanı'ndaki parti kongresi sonra­sında Galiyev tutuklanmış ve bir süre sonra da serbest bırakılmıştır. Artık yol ayrımına gelindiğini Galiyev de kabul etmiştir. 7 yıla yakın bir süre gösterdiği yapıcı eleştiriler ve olağanüstü sabırlı bekleyiş olumsuz sonuç­lanmıştır. Sovyet yönetimi verdiği sözleri tutmamış, bizzat kendisinin savunduğu ve ilan ettiği devrimci ilkeleri çiğnemeye başlamştır. Türk-Müslüman halklara karşı önce­leri Çarlık Rusyası'nın uyguladığı şoven ve hegemonyacı politikalar şimdi sosyalizm adına sürdürülmeye başlamıştır. Bundan sonradır ki Galiyev'in Sovyet yönetimine gü­veni ve umudu tükenmiştir, işte bu noktada­dır ki Galiyev Sovyet Sosyalizm deneyiminin geleceği üzerine şaşırtıcı bir tahmin ve dahi­yane bir kehanette bulunmuştur:

"Rusya artık devrim yolunda geri gi­demez ama Marksizmi de ne daha fazla inkâr edebilir, ne de devrim öncesi durum­larına geri dönebilir, önünde sadece bir tek yol kalıyor, yavaşça sağa doğru kay­mak, böylelikle sağcı bir rejime zemin ha­zırlamak... gelişmesini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülü altında de­vam ettirmekte olan eski Rusya, çok fazla süremez. Sovyet Rusya geçici bir geçiş ol­gusudur. "

Tarih, Galiyev'i haklı çıkarmış ve kehânet gerçekleşmiştir.

Galiyev ölünceye kadar davasından vaz­geçmemiş 1923 yılından sonra çalışmalarına gizli olarak devam etmiştir. Sürekli takip ve tecrit ortamında bulunmasına, hayatının tehdit altında olduğunu bilmesine rağmen düşünce ve idealleri doğrultusunda çabala­maktan geri durmamıştır. Bu zor koşullar al­tında dahi Türk-Müslüman halkların devrim­ci aydınlarıyla (ulusal komünistler) ilişkiler kurmanın yolunu bulmuş, düşünce ve öneri­leriyle onları yönlendirmiş ve örgütlemeye çalışmıştır.

Sovyet yöntemi, ajanları eliyle Galiyev'den kurtulmak için Rusya dışına kaçma­sı, Türkiye'ye iltica etmesi için yol gösterici, kışkırtıcı ve hatta zorlayıcı çabalarda bulun­muştur. Ancak Galiyev halkından ve dava­sından uzaklaşmaya sebep olabilecek oyun­lara gelmemiştir.

Sultan Galiyev üzerine inceleme yapan batılı araştırmacılar onun düşüncelerini "Müslüman Ulusal Komünizmi" olarak ta­nımlamak eğilimindedir. Galiyev'in kendisi böyle bir kavram kullanmamıştır. Ancak Ga­liyev'in düşünceleri âdeta özgün bir "Türk-Îslam-Sosyalizm" sentezi intibaını vermek­tedir.

1921 yılında yazdığı "Müslümanlara yö­nelik Din Karşıtı Propaganda Metodlan" başlıklı yazısı önce "Milliyetlerin Yaşamı" dergisinin iki sayısında yayınlanır. 1922 yı­lında da Moskova'da broşür olarak basılır, ilginçtir ki bu yazısı islâmiyet üzerine yazıl­mış üstü örtülü bir "Kaside" gibidir, islâmın kültürel ve toplumsal değerleri ve dünya ta­rihindeki rolü özlü bir biçimde anlatılır, Islâm dünyasının emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmesine karşı direnişinde islâm dininin ulusal kimlikle kaynaşmış olduğu be­lirtilir. Galiyev'in bu broşürü yazdığı tarihte bütün islâm dünyası Avrupa emperyalizminin işgali altında bulunmaktaydı.

Galiyev'in yazılarında Dünya Devrimi vurgusu sık sık yapılmaktadır. Galiyev o dö­nemin dünya gerçekliğini emperyalist ülke­ler ve sömürgeler dünyası olarak algılamak­ta ve düşüncelerini bu gerçekliğe göre oluş­turmaktadır. Galiyev dünya devrimini birkaç aşamalı tek bir süreç olarak tasarlar. Düşün­celeri Troçki'nin sürekli devrimini anımsa­tır. Galiyev'e kimilerinin "Müslüman Troçki" sıfatını yakıştırması sadece Sovyet yöne­timinin muhalifi olmasından değil, düşünce­lerinden dolayı olsa gerektir.

Galiyev, 1923-1928 yıllan arasında sö­mürgelerde devrim konusundaki düşüncele­rini daha da geliştirdi ve teorik netliğe ka­vuşturdu. Bu teoriye göre sömürge ülkelerin devrimcilerinin yöneteceği Komünist Sö­mürgeler Enternasyonali kurulmalıydı. Emperyalizme karşı mücadele bu örgüt eliy­le sürdürülebilirdi. Bu Sömürgeler Enternas­yonali, Asya'nın, Afrika'nın ve Amerika'nın tüm ezilen halklarını bağrında toplamalıydı.

Galiyev'in tasarladığı böyle bir Sömür­geler Enternasyonali'ni kurabilmek için atı­lacak ilk adım Türk dünyasının yaşadığı coğ­rafyada oluşturulacak ve Türk dünyasının birliğini gerçekleştirecek Birleşik bir Türk Devletinin kurulmasıydı. Galiyev buna Turan Sosyalist Fedeatif Halk Cumhuriyeti? diyordu. Turan Sosyalist Cumhuriyeti bütün Türk-îslâm dünyasını birleştirecek, giderek üç kıtanın bütün sömürgelerini tek bir temel amaç etrafında örgütleyip "Komünist Sö­mürgeler Enternasyonali" ni kuracaktı. Te­mel amaç emperyalizmin sömürgelerden kovulmasıydı. O tarihte ve bugün de- Tûrk-islâm dünyası sömürge durumundaydı ve sö­mürgeler dünyasının üçte ikisini oluşturu­yordu.

Galiyev'in düşüncelerinde ve projelerin­de ilginç bir temel motif bir ideal ve adeta bir ütopya sezinlememek mümkün değil. Galiyev Türk-tslâm dünyasının kurtuluşunu ve bağımsızlığını birleşmesinde görüyor ve bunu sosyalizm idealiyle ilişkilendirip bir in­sanlığın kurtuluşu misyonuna dönüştürüyor. Emperyalizmin işgali ve tahakkümünden; kapitalizmin sömürüsü ve toplumu düşman sınıflara bölüp ulusal birliği parçalamasın­dan kurtulmuş bir insanlık dünyası.

Günümüz Dünyası ve Sultan Galiyev

Günümüz dünyasının manzarası ve ger­çekliği nedir? Günümüz dünyasının en temel gerçeği emperyalist sömürgeciliktir, insan­lık, "Avrupa Uygarlığının başlattığı ve 500 yıldır acımasızca sürdürdüğü sömürgeci sistemin yarattığı vahşet dünyasında yaşı­yor. Savaşlar, işgaller, darbeler, işkenceler ve katliamlar hep batının sömürgeci sistemi­nin sürmesi için yapılmıştır ve yapılmaktadır.

Sömürgecilik 500 yıldır kılık ve yöntem değiştirmiştir. Ama özü aynı kalmıştır. Sis­tem, klasik (vahşi) sömürgecilikten yeni sö­mürgeciliğe ve giderek çağdas-global sö­mürgeciliğe özünü ve amacını değiştirme­den evrilmiştir.

İnsanlığı emperyalizm ve kapitalizm sö­mürüsünden kurtarma amacı ve iddiasıyla yola çıkan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bir gecede (!?) Rus emperyalizmine dönüşmüştür.

Globalizm ve "Yeni Dünya Düzeni" dünya­nın emperyalist güç merkezleri tarafından paylaşılmasına verilen isimdir. Üçüncü Dün­ya (Azgelişmiş ülke-Çevre-Güney) ülkeleri denilen ülkelerin yarıdan çoğu Türk-îslâm dünyasına mensuptur. Bütün Türk-îslâm dünyası, Amerika-Avrupa-Rusya emperya­lizmleri tarafından nüfuz ve egemenlik saha­larına bölünmüştür. Ve bu ülkelerin hepsi emperyalist paylaşım içinde bölünmüş, pa­ramparça edilmiş, birbirine düşman eilmişbir durumdadır.

Beşyüz yıldır sürüp giden sömürgeci sistem kapitalizmin bütün pislik ve çelişki­lerini Üçüncü dünya halklarına fatura edip aktaracak bir mekanizmayı kurmuştur. Sa­vaşlar, katliamlar ve işgallerle bu mekaniz­mayı sürdürmektedir.

Bu nedenle Üçüncü dünya halkları, yüz­yıllardır işkenceleri, askeri darbeleri, enflas­yon ve devalüasyonları, infazları, etnik bo­ğazlaşmaları, işsizliği, açlığı ve yoksulluğu yaşayıp dururlar.

Bu durumun bu ülkelerde meydana ge­tirdiği toplumsal sorunlar ise saymakla bit­mez.

Kısacası Sultan Galiyev'in düşünceleri ve idealleri hala günceldir ve önümüzdedir.

Sovyet yönetimi Sultan Galiyevi 60 yıl boyunca yasakladı ve karaladı. Yazılarının yayınlandığı dergileri kütüphanelerden kal­dırdı. Adeta adını tarihten kazıyıp yoketmek istedi. Sultan Galiyev'i dünyaya tanıtan Aleksandr Benningsen-C.L.Quelquejay'ın araş­tırmaları oldu. Bu yazarlar bu konudaki ilk araştırmalarını 1960 yılında Fransızca ola­rak yayınladılar. Türkiye'de Galiyev konu­suna ilgi göstermiş az sayıdaki aydının (Ce­mil Meriç, Kemal Tahir, Attila ilhan) ilk bil­gilenme kaynağı da bu kitap oldu.

A. Benningsen-C.L.Quelquejay, Sultan Galiyev konusundaki araştırmalarını 30 yıl­dan fazla bir süre boyunca sürdürdüler. Ga­liyev konusunda araştırma yapmanın zor­luklarını belirtmek için, son yayınladıkları kitapları, (Sultan Galiyev, Le Pere de la Re-volution Tiers-Mondiste- Sultan Galiyev Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası)na\ önsözünde şu açıklamayı yapıyorlar.

"Ne ölüm tarihini, ne de ölüm koşulla­rını biliyoruz. Karanlık bir hücrede ense­sine bir kurşun sıkılarak mı öldürüldü? Uzak Kuzey Sibirya'daki bir ölüm kampında sefalet içinde mi öldü?

Bu biyografi denemesi de eksiksiz de­ğildir ve çok sayıdaki boşluk, çok uzak gö­rünse de ancak bir gün KGB'nin arşivleri­nin araştırmacılara açılmasıyla dolduru­labilecektir. Şu an için tarihsel bir rol oy­namış bir kişiliğin yaşamı ve fikirlerini ancak "dışarıdan gözlemlerle anlatabilece­ğiz; tıpkı hiyeroglif yazısını çözen Cham-pollion öncesi Eskiçağ tarihçilerinin Fira­vunlar dönemi Mısır'ının tarihini yalnız­ca Kitab-ı Mukaddes'ten ve Heredot Tari-hi'nden harekette açıklamaya çalıştıkları gibi"

Sultan Galiyev ve onun düşüncelerini paylaşmış yüzlerce doğulu komünistin yazıları ve yaşamları üzerine henüz bilgileri­miz çok sınırlıdır. Son yıllarda Sultan Galiyev'e ilginin arttığı görülmekte olup, Sovyet­ler Birliği'nin dağılmasından sonra bu ilgi daha da hızlanmıştır, ilgili kaynaklarda Ha-bib Tengur isimli bir edebiyatçının Sultan Galiyev isimli bir roman yayınladığı (Paris, Sinbad, 1985} yine Fransa'da Kenize Murat isimli bir gazeteci ve romancının aynı isimde bir roman hazırladığı belirtilmektedir. Yine kaynaklarda belirtildiğine göre Tatar Türk Aydınları "Sultan Galiyev Fikir Kulübü" adı altında örgütlenmiş olarak çeşitli etkin­liklerde bulunmaktadırlar.

Benzer bir ilginin Türkiye'de de oluştu­ğu gözlenmekte olup doğrudan Sultan Gali­yev'i konu alan üç önemli kitap yayınlanmış bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Erol Kaymak'ın telif incelemesi Sultan Galiyev ve Sömürgeler Enternasyonali; Tatar Yazarlar Birliği Başkanı Renat Mııhammedi'nin Sul­tan Galiyev, Sırat Köprüsü isimli belgesel biyografik romanının çevirisi ve A. Benning-sen-C. L. Quelquejay'ın yukarıda sözünü etti­ğimiz Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası başlıklı araştırma ve ince­lemeleridir.

Gecikerek de olsa Türk okuyucusunun Sultan Galiyev' i tanıması olumlu bir geliş­medir. Sultan Galiyev'e ilginin artarak süreceğini, düşüncelerinin Türk fikir dünyasını zenginleştirerek etki ve katkıda bulunacağı­nı düşünüyoruz.

Sultan Galiyev'in Kısa Yaşam Öyküsü

Sultan Galiyev, bir köy öğretmeni olan Mir Said Haydar Galiyev'in oğlu olarak 13 Temmuz 1882 yılında, Başkırdistan'ın Elimbetova köyünde dünyaya geldi, ilkokulu köy ilkokulunda okudu. Daha sonra Kazan'dâ Tatar Pedagoji Enstitüsü'ne yazıldı. O yıllar­da ilerici ve devrimci genç Türk Tatar aydın­larının yuvası olan bu enstitüyü 1901 yılında bitirdi. Bir kaç yıl köy öğretmenliği yaptık­tan sonra 1905 yılında Ufa'ya geldi. Ufa Bele­diye Kütüphanesi'nde çalışmaya başlayan Galiyev, bu yıllarda Tolstoy'dan çocuk hika­yeleri, Zosariminski'den çocuk masalları gi­bi Rus edebiyatından Türkçe'ye çeviriler yaptı. Duyarlı, hümanist ve idealist bir kişili­ği olan Sultan Galiyev Ufa'daki sol kanat îslâm milliyetçileri ve devrimcileri ile ilişkiye girdi. Ufa'da yayınlanan gazetelere takma isimlerle yazılar yazdı.

Sonraki yıllarda Galiyev yeniden öğret­menliğe dönerek, Bakü'de bir Tatar öğretmen okulunda göreve başladı. Mehmet Emin Resulzade ile tanıştı ve Azerbaycan Müsavatçılarının sürdürdüğü milli harekete aktif olarak katıldı. Galiyev'in düşünceleri bu yılarda (1915-1917) Sosyalizme doğru ge­lişti. Ulusal ve toplumsal sorunları birleşti­ren yazılarını gazete ve dergilerde yayınladı.

1917 Şubat devrimi sonrası 1-11 Mayıs 1917'de Moskova'da toplanan Bütün Rusya Müslümanları Kongresine çağrıldı ve Ge­nel Sekreterliğe seçildi. Kongre sonrası Kazan'a geçen Sultan Galiyev, Molla Nur Vahidof tarafından örgütlenen (MUSKOM) Müs­lüman Sosyalistler Komitesine girdi. Bu komitenin yetkilisi durumuna gelen Sultan Galiyev, bolşeviklerle birlikte çalışmaya başladı ve bolşevik partiye katıldı. Bundan sonra başlıca amacı Orta Asya Türk-Müslüman halklarının ulusal ve toplumsal kurtulu­şu uğrunda çalışmak, bu halkların Ekim devriminin zaferine ve amaçlarına katılmalarını sağlamak oldu.Zira Ekim devrimi bu halkla­ra özgürlük vadediyordu. Yoğun olarak bu doğrultuda düşünceler geliştirmeye ve ör­gütlenmeler yapmaya başladı.

10 Ocak 1918'de bolşevik parti toplantı­sında Îdil-Ural'da Tatar Başkır Milli Devleti'nin kurulması yolunda girişimde bulundu. Molla Nur Vahitov un isteği üzerine Merkez Müslüman Komiserliği'nin adı Tatar-Başkır Komiserliği olarak değiştirildi. 10-16 Mayıs 1918'de Moskova'da Tatar-Başkır Cumhuriyeti'nin Kurucu Meclis hazırlık toplantısı yapıldı. Tatar-Başkır Burjuva milliyetçileri Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi, Gali­yev'in karşısında yer alıyor ve dar bölge özerklik istekleri doğrultusunda Lenin'le an­laşmaya çabalıyorlardı. Galiyev ise Türk-Müslüman halkların bölünmesine karşıydı.

2 Mayıs 1918'de Molla Nur Vahidof baş­kanlığında Merkezi Müslüman Askeri Ko­mite kurularak Müslüman Kızılordusu'nun örgütlenmesi görevi Sultan Galiyev'e verildi. Sultan Galiyev, 5. Kızılordu'nun yüzde yetmişbeşini meydana getiren Tatar-Başkır Taburlarinı ve Müslüman Kızıl Alaylan'nı örgütledi. Molla Nur Vahidof ve Sultan Gali­yev 17-20 Haziran 1918'de Kazan'dâ Müslü­man Bolşevikleri Bütün Rusya Kongresi'ni topladılar. Bağımsız devlet kurma isteğinin tartışıldığı bu kongrede Sultan Galiyev Türk ve Müslüman bütün halkların Birleşik Cep­hesi modelini savundu. Burjuva milliyetçisi Zeki Velidi Togan grubu ise Türk halklarının ayrı ayrı federe devletler kurması görüşünü savundular.

Beyazlar ve Çek lejyonerleri 6 Ağustos 1918'de Kazan'a saldırdı. Moskova'da bulu­nan Molla Nur Vahidof, Tatar Kızıl Alayı'nın başına geçerek Kazan'a gitti, çarpışmalarda beyazlara esir düştü ve idam edildi. Molla Nur Vahidof un ölümü Galiyev için çok bü­yük kayıp oldu.

Sultan Galiyev'in Mustafa Suphi ile bir­likte çalışmaya başlaması da aynı günlerde oldu. Stalin'in başkanlığında Milliyetler Halk Komiserliği'ne bağlı olarak görev yapan Galiyev, Mustafa Suphi'yi "Yeni Dünya" gaze­tesini yayınlamakla görevlendirdi.

Galiyev'in bu yıllarda. Türkler arasındaki saygınlığı ve otoritesi çok yüksektir. Türk-Müslüman halkların komünistlerinin çoğun­luğu Galiyev'in yanındadır ve ilişki halinde­dir. Galiyev Doğu Komünist örgütleri Merkez Büro üyesidir. Aynı zamanda Müslü­man Askeri Kurul Başkanıdır. Galiyev'e bağlı askeri birliklerin karşı devrimci gene­ral Kolçak'ın kuvvetlerine karşı verdiği mü­cadele dolayısıyla bölgeye gelen Askeri Dev­rim Konseyi Başkanı Troçki de Galiyev'in karizmatik saygınlığından ve komünist ta­burlarından etkilenir.

1919-1920 yıllan Galiyev için yoğun ça­lışmalarla geçer. Zaman zaman Lenin'le gö­rüşür. 1920 Eylül'ünde Bakü'de "I.Doğu Halkları Kurultayı" toplanır. Kongre çağrı­sını yapan Komünist Enternasyonal'dir. Galiyev kongreye katılmaz. Katılmasının en­gellenmiş olması gerekir. Ne var ki, katılan delegelerin büyük çoğunluğu Galiyev'in gö­rüşlerini ya da benzerlerini dile getirir. Kongreye belirgin bir anti-İngiliz hava, ege­mendir. Emperyalist ülkelerin komünist de­legeleri ile sömürgelerden gelen doğulu ko­münistler arasında tartışmalar olur. Kurulta­ya katılanlar arasında Türk-Müslüman halk­ların temsilcileri çoğunluktadır.

Baku Kurultayı'nda bir Propaganda ve Eylem Komitesi seçilir. Doğu halklarının emperyalizme karşı ayaklanma çağrılan ya­yınlanır. Ne var ki, birkaç ay içinde Sovyet­lerin izlediği devlet politikasında büyük de­ğişmeler olur.

TKP yöneticisi Mustafa Suphi ve Yoldaşları Türkiye burjuvazisi tarafından hain bir tuzakla öldürülür. Birbuçuk ay sonra Sov­yetler Kemalist Ankara Hükümeti ile bir dostluk anlaşması imzalar. Benzer bir anlaş­ma İran Şahı ile imzalanır. Bunları Sovyet-İngiliz ticaret anlaşması takip eder. Fransız hükümetiyle ilişkiler kurulmaya başlanır. Sürekli her yıl yapılması düşünülen Doğu Halkları Kurultayları yapılmaz. I. Kurultayda seçilen Propaganda ve Eylem Komitesi programlanan çalışmalarını sürdürmez. Bu­nu iç politikadaki NEP (Yeni Ekonomi Politika) ve ulusal sorun konusundaki değişmeler izler.



Bu yeni gelişmeler Galiyev'in düşünce­leri ile ve giderek varlığı ile çelişecek, başla­yan bu süreç Galiyev'i trajik sonuna doğru adeta zorla sürükleyecektir.

Mustafa Suphi ve Yoldaşları'nın öldürül­mesi Galiyev'i son derece üzer. Mustafa Sup­hi, Galiyev'in adeta sol koludur. Türk-Müslü­man halkların bir ucu Orta Asyada ise bir ucu Anadolu'dadır. Galiyev için Mustafa Suphi Türk Dünyasının Anadolu Kolunun Komünist önderidir.

Galiyev için ikinci büyük darbe Doğu . Halkları Kurultaylarının sürdürülmesinden vazgeçilmesidir. Emperyalizme karşı bütün Doğulu sömürge halkların ayaklanmasının birleşik organı olacak olan bu kurultayların sürdürülmemesi son derece olumsuz sonuç­lara yol açmıştır. Hindistan'dan Orta Doğu'ya, Orta Doğu'dan bütün Kuzey Afrka'yı kucaklayarak Fas'a kadar uzanan bir coğrafya'da ingiliz ve Fransız emperyalistlerinin uykularını kaçıran bir mücadele vardı ve hertürlü gelişme potansiyelini taşıyordu. Sultan Galiyev bizzat Lenin'den gelen öneriyle Moskova'da göreve çağrıldı. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi rektör­lüğü görev teklifini kabul etti. Lenin'e olan sarsılmaz güveni ve saygısı nedeniyle, kendi­si için Savaş cephesinden pasif göreve çekil­mek anlamına gelen bu görev teklifini red e­demedi.

1922 yılından itibaren Lenin'in rahatsız­lığının parti çalışmalarına ve kongrelerine katılmasına imkân vermemesi Galiyev için ayrı bir talihsizlik oldu. Galiyev'in 1923 Nisan'ında yapılan 12. Parti kongresine katıl­ması engellenmek istense de Kongreye katil­di ve konuştu. Haziran 1923'te tutuklandı. Galiyev'in bundan sonraki yaşamı, günü­müzde bile açıklığa kavuşamamış efsanevi ve trajik bir bilinmezliktir.

Sultan Galiyev, 1923'e gelindiğinde, Orta Asya ve Kafkasya Türk-Müslüman Halkları­nın, Türkiye, İran, Azerbaycan ve Afganistan komünistlerinin arasında otoritesi, saygınlı­ğı ve kişisel dostluk ilişkileri olan bir lider konumuridaydı. Ekim Devriminin ortaya çı­kardığı birçok kurum ve örgütte de önemli ve yetkili bir yönetici liderdi. Başta, Uluslar Halk Komiserliği (NARKOMNATS) 2. sekre­teri, Halk Komiserleri Konseyi (SOVNAR-KOM) üyesi. Devrim Komite Konseyi (REV-KOM) üyesi, Kazan Halk Komiseri (NAR-KOM), Müslüman Koleji yöneticisi, Doğu Komünist örgütleri Merkez Bürosu üyesi, Doğu Halkları Komünist Üniversitesi (KUTV) rektörü, Müslüman Kızılordu Askeri Komite Başkanı (Genel Kurmay Başkanı) görevleri olmak üzere Türk ve Müslüman halklara ait yirrniyedi. seksiyonun da yöneti­ciliğini yapıyordu,

Bu konumlanıştan da açıkça bellidir ki, Sultan Galiyev tüm yaşamını ve kaderini bolşeviklere bağlamıştı. Bu nedenle, kendi mil­letinden sosyalizm düşmanı burjuva milli­yetçisi aydınlarla çatışmalara girdi. Meyda­na gelen olaylarla, tarih, Sultan Galiyev'e trajik bir son hazırladı.

1923 sonrası yaşamı, esrarlı bir bilinme­yendir. Kümlerine göre 1923'te tutuklanıp serbest bırakılmış, 1928'de tekrar tutuklanıp 1930'da idam cezasına çarptırılmış ve bu ce­zası on yıl toplama kampına sürgün cezasına çevrilmiştir. Kimilerine göre 1928'de öldü­rülmüştür. Bazdan 1930, bazıları 1940 yılın­da hapishanede bizzat Lavrenti Beriya tara­fından kurşuna dizildiğini yazar. Bir iddiaya göre ise, toplama kampında ölmüştür. Bir başka iddiaya göre ise, Sultan Galiyev ceza­sını çektikten sonra itibarı geri verilmiş ve ikinci Dünya Savaşı'nda yüksek kızılordu rütbesiyle Doğu cephesinde Almanlara karşı savaşmıştır. Diğer bir iddiada ise, Sultan Ga­liyev'in Stalin tarafından özel olarak tahsis edilen bir apartman dairesinde Moskova'da yaşadığı ve 1952'de ölünceye kadar Stalin'in hizmetinde çalıştığı belirtilir. Görüldüğü gi­bi, Galiyev'in yaşamı trajedi kahramanlarına özgü söylencelere konu olmuştur.

Sultan Galiyev öldü. Veya öldürüldü. Galiyev'in uğruna bütün yaşamını verdiği idealleri, yaşadığı 1920'li yılların koşulların­da üretilmiş, mensubu olduğu Türk-îslâm dünyasına evrensel bir insanlık misyonu bi­çen bir "Nizâm-ı Âlem Mefkûresi"midir? Sul­tan Galiyev'in üç büyük ideali vardı ve bun­lar adeta bütünleşmiş, içice geçmiş bir sen­tez gibiydi. Birincisi, Türk-îslâm dünyası­nın birliği; ikincisi, bütün üçüncü dünyanın sömürülen ve ezilen mazlum halklarının bir­liği; üçüncüsü ise emperyalist kapitalizmin tahakkümünden ve sömürüsünden kurtul­muş bir insanlıktır. Sultan Galiyev bu ideal­lerini Turan Sosyalist Federatif Halk Cum­huriyeti, Komünist Sömürgeler Enternas­yonali ve Dünya Devrimi kavranılan ile ta­nımlayıp somutlaştırıyor ve sürekli bir devrimci mücadele süreci olarak tasarlıyordu.

Büyük ideallerin adeta ilâhi bir niteliği vardır. Belki gerçekleşmezler, ama ölmezler de. Bu idealler yaşadıkça, onlan paylaşanlar­la birlikte Sultan Galiyev de yaşamaya devam edecektir.



* Sosyalist Yayınları Sahibi Hasan Basri Gürses'in bu yazısı ULUSAL Dergisinin 1997 yılı Güz sayısından (4.sayı) alınmıştır.

Kendisi Galiyev ile ilgili ilk kitabı ve çevirisini okuyucuya kazandıran kişidir.